İngiliz devlet adamı Winston Churchill’in şu meşhur sözünü duymayan yoktur; “Uçurtmalar, rüzgar kuvvetiyle değil, bu kuvvete karşı uçtukları için yükselirler”. Hemen hergün yüzleşmek durumunda kaldığımız zorluklara dayanma kabiliyeti, mesleki ve kişisel yaşamlarımızda başarı için belki de en önemli unsur. Altıncı sayımızda konuk ettiğimiz Av. Mehmet GÜN’ün yaşam hikayesi özellikle genç meslektaşlarımız için ilham verici boyutta. Kendisiyle hayatı, avukatlık mesleği, yargıdaki sorunlar ve yeni çıkan kitabına ilişkin keyifli bir söyleşi yaptık. Ayırdığı vakit için teşekkür etmeyi borç biliriz…

Öncelikle yoğun programınızda bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Mesleği ne olursa olsun pek çok insana ilham veren bir hayat hikayeniz var. Hatta bu hikayeyi “bozkır’dan dünyaya… avukat olmak” adlı kitabınızda derlediniz. Kitabı okumayan ve sizi henüz tanıma fırsatı bulamayanlar için kimdir mehmet gün?

Kendimi öncelikle bir “Anadolu Çocuğu” olarak tanımlamak isterim. Anadolu Çocuğu, bana göre, kısıtlı imkanlarını aşmak için her türlü fedakarlığa ve zorluğa katlanan, tırnaklarıyla kazıyarak hiç yoktan gıpta edilecek başarılar ortaya çıkaran, bu yolda karşılaşarak yenmiş olduğu onca zorluklara karşın saflık, dürüstlük, insancıllık ve nice yüce değerlerini koruyabilmiş olan, etrafımızda binlercesini gördüğümüz Anadolu insanıdır. Hepsinin ortak özelliği, benim şahsımda da olduğu gibi, cumhuriyetimizin kısıtlı imkanlarıyla oluşturduğu ve çoğu ülkede benzeri olmayan eğitim imkanlarıyla eğitilmiş olmalarıdır. Gerçekten ben, köydeki evimizin 20 metre ilerisine bir ortaokul açılmış olması, sadece kendimi götürdüğüm parasız yatılı öğretmen okulunda giyim kuşam, yiyecek, kalacak yer ihtiyaçlarımı devletin bedelsiz karşılamış olması ve hiçbir bedel ödemeksizin üniversitede okuyabilmiş olmam sayesinde bugünlere gelebildim.

Türkiye, bu insanların çabaları sonucunda ekonomik ve sosyal olarak bugün olduğu yere gelmiştir. Bu Anadolu Çocukları, Türkiye’nin gerçek zenginliğidir. Başarılarındaki diğer önemli etken ise Türkiye’nin sınıfsız, ayrımcı olmayan, kendisini geliştirmek isteyene hiçbir engelin getirilmediği, tersine her kesim tarafından desteklendiği güzel bir ülke olmasıdır.

Ailemin verdiği temel güçlü değerlerin, aldığım kaliteli eğitimle birleşiminin bir sonucu olarak kendimi “köylü” ama köyden çıkmış, bilime ve bilimsel düşünceye saygılı, yüzünü uygarlığa dönmüş, dünya üzerindeki tüm medeniyetlere aşina, aydınlık düşünceli, alçak gönüllü ve insan sevgisi ile dolu birisi olarak da tanımlayabilirim. Kültürel kimliğimin oluşumunda en çok etki edenler Yunus Emre, Mevlana ve yakın zamanlarda Aşık Veysel olmuştur. Atatürk’ün bendeki yeri ise başkadır; içinde bulunduğu zorlu ortamda bizler için nelere katlandığını her düşündüğümde ruhum titrer…

Üçüncü olarak katıksız fakat yenilikçi bir hukukçu olduğumu söylemeliyim. Katıksızım çünkü hukukçuların ve yargı sisteminin zerre kadar bile olsa ilkelerden taviz vermesini veya hata yapmasını kabul edemem. Hukukta ve yargıda kuralların geliştirilmesi ve kullanılan teknolojiler konusunda oldukça yenilikçiyimdir. Hukuk, geleneksel olarak hızla gelişen toplumsal hayat ve ekonomiyi takip eder; zira önce faaliyetler, arkasından da onları düzenleyen kurallar ortaya çıkar. Başka bir deyişle fizik kanunları harekete geçmeden hukuk kanunları ortaya çıkmaz. Böyle olunca hukuk her zaman yetersizdir, kurallar zorunluluktan doğar ve topluma bir maliyettir. Fakat maharet, insanın hayal gücünü kullanarak, olmasını engelleyemeyeceği fizik kanunlarının sonuçlarını önceden öngörerek bu faaliyetlere ilişkin kurallarını daha ihtiyaç doğmaksızın ortaya koyabilmesindedir. Yani, fizik olaylarını hukuk kurallarıyla önceden öngörebilmek ve düzenleyebilmektir. Hukukun topluma maliyet olmaktan çıkması, ilave değer yaratabilir hale gelmesi için ikinci ihtimalin gerçekleşmesi gerekir. Batı hukuk sistemlerinin başarısının altında bu yatar. Bunu gerçekleştiremeyen toplumlarda hukukun toplumsal hayat ve ekonomiyle en az aynı hızda ilerlemesi ve hatta geçmeye çalışması gerektiğine inanırım. Bir örnek vermek gerekirse, dünyanın ileri hukuk sistemleri uyuşmazlık çözümünde olayların ve delillerin tam ve doğru olarak ifşasını ve ibrazını, hatta uyuşmazlıklarla ilgili delillerin henüz dava açılmadan önce açıklanması sistemini benimsemiş ve adalet inancını ileri seviyelerde güçlendirmişken, Türkiye’nin hâlâ iddiasını ispat kuralı ve delillerin ancak davada inceleme sırası geldiğinde toplattırılması şeklindeki arkaik yargılama sistemini uygulamaya çalışması, benim için kabul edilebilir değildir.

Son olarak da kendimi bir yandan mesleğini severek yapan, ülkesi için gönüllü çalışan, Türkiye’ye ve Anadolu insanına özgün reformist ve devrimci düşünceler üreten, bu düşünceler etrafında mutabakat sağlamaya çalışan bir toplumsal uzlaştırmacı, bir düşünür olarak tanımlamak isterim.

Hukuk fakültesini kazanmanızı ve avukat olmanızı tesadüflere bağlıyorsunuz. Küçükken ne olmak istiyordunuz? Sizi şimdiki noktaya getiren tercihler ve tesadüfler nelerdi?

Dünyaya nereden baktığınıza bağlı olarak hedefleriniz değişebiliyor. Hangi mesleği yapacağım hakkında hiçbir fikrimin olmadığı zamanlarda bir yolunu bularak okuyabilmek, daima kendimi geliştirebilmek en büyük arzumdu. Ortaokula başlayınca öğretmen olabilmeyi istedim. Bunu o zamanlarda, çalışma şartları ve gelirinin görece olarak iyi olması nedeniyle istemiştim. Çanakkale Öğretmen Okulu’nda okurken çok daha ileri bir bilgi düzeyine eriştim ve dünyayı kavrayışım gelişti. O zaman zekam ve yeteneklerimle yapabileceğim mesleklerin en iyisini yapabilmeyi arzu ederdim fakat o zamana kadar hakkında yatırım yapmış olduğum önümdeki en yakın meslek öğretmenlikti. Bir an önce öğretmen olmayı istiyordum çünkü hemen düzenli bir kazanca kavuşacaktım.

Ancak üniversite sınavında – o zamanlar tercihleri sınava girmeden yapardık – girdiğimde ilk tercihim İTÜ uçak mühendisliğinden yana olmuştu. Buna karşın kader beni, benim için en iyisi olduğunu çok sonraları anlayacağım hukukçulukla, avukatlıkla buluşturdu. 10. tercihim olan Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Rahmetli Faik dayım Kuşadası Adliyesi’nde kâtipken, kürsüde birkaç kere gördüğüm hakimin seviyesine gelemeyeceğimi, sanki o seviyenin başkalarına verilmiş olduğunu, kısıtlarım nedeniyle oluşturduğum içsel engeller nedeniyle düşünürdüm. Kısıtlarımın zihnimde oluşturduğu engelleri aşınca, insanın istediği her şeyi yapabileceğini gördüm. Şimdi şöyle düşünüyorum: her kim olursanız olun, hiçbir kısıttan çekinmeyin, yapmaktan en çok hoşlanacağınız şeyi hayal edin, gerisi kendiliğinden gelecektir. Biliniz ki insanın beyni hayallerini mutlaka gerçekleştirmeye programlıdır.

Mezuniyet sonrasında hedefleriniz var mıydı? Türkiye’nin en büyük avukatlık bürolarından birine sahip olacağınızı o zamanlar hayal etmiş miydiniz?

Hukuk fakültesinde öğrenciyken de mezun olduktan sonra da avukat olacağım düşüncesi bende baştan hakimdi. Ne kadar zor olursa olsun en başından beri kendi avukatlık büromu kurmayı arzu ediyordum. Başlarda neredeyse imkansız olan bu arzum, yıllar sonra gerçek oldu. 1986’da ortak bir büro kurunca daha da iyisini yapabileceğimi düşünmeye başladım. O zamanlar İngilizce bilen birkaç avukatın diğerlerinden çok farklı bir konumda olduğunu görünce, Fransızca öğrenme çabalarımı sonlandırıp İngilizce öğrenmeye başladım. İngilizce öğrendikten sonra o zamana kadar gördüğüm büyük avukatlık büroları gibi ve hatta daha da büyük bir büro oluşturmayı düşünür olmuştum. Bunun için çok çalıştım ve bu yolda tesadüfler de yardımcım oldu. Fikri mülkiyet konularına çok erken zamanlarda dalmış olmam, 1990’larda beni bu alanda öncül konuma getirdi. Aynı yıllarda İngiltere’de batan Polly Peck’in kayyımlarının avukatlığını üstlenmiş olmam, beni her gün yabancı avukatlarla çalışır hale getirdi. Polly Peck davaları sırasında avukatlık yetkinliklerim inanılmaz bulduğum derecede gelişti. Farklı yargı sistemlerini Türkiye ile karşılaştırma, sorunları analiz etme ve kök sebeplerini görme imkanına kavuştum.

Mesleğinizde ilk büyük sıçramayı az evvel bahsettiğiniz polly peck’in avukatlığını alışınızla yaşadınız. O günleri biraz anlatabilir misiniz? Nasıl bir dava süreci yaşadınız? O davanın size başka nasıl etkileri oldu?

Polly Peck davalarına kadar yargıya toz kondurmazdım… Bu davalar sırasında yaşadıklarım, istisnalar dışında güvenimin yok olmasına neden oldu. Şövenlikle hukukun bükülebildiğini gördüm. Sırf mesleğimin gereklerini yapmaktan dolayı ölüm tehditleri aldım, pabuç bırakmadım. Tehdit yetmedi, gazeteci kılığında karalama ve saldırılara hedef oldum. Akademisyenler, yargı organlarını kanunu dolaşmaya yol göstermekle suçladılar. Gayrı kabil’i rücu olarak feragat edilen davaların 2 yıl kadar sürdürüldüğünü gördüm. Yargısal yetkilerin suiistimal edilebildiğini ve buna hukuk dışı nedenlerle hoşgörü ile bakılabildiğini gördüm. Daha da önemlisi, yargı unsurlarının hesapvermez olduklarını gördüm. Türkiye’deki temel siyasi mücadelenin yargıya hakim olmak ve yargı gücünü dilediği şekilde kullanmak etrafında odaklandığını gördüm. Kısacası hayallerim yıkıldı ve mutsuz bir hukukçu oldum.

Türkiye’de insanların yargıya bakışını nasıl buluyorsunuz? Adalete olan inanç geçmişten günümüze değişti mi? Değiştiyse bu değişim hangi yönde seyretti?

Türkiye’de hukukçuların çoğu da dahil olmak üzere, insanların yargı ve adalet konusunda sağlıklı bilgiye ve bakış açısına sahip olmadıklarını düşünüyorum. “Adalet İstiyoruz” ve “Adalet Dağıtıyoruz” diyenlerin “Adalet” kelimesi ile neyi kastettiklerini bir düşünmeleri ve altını doldurmaya çalışmaları lazım. Sahiden adalet nedir? Adalet isteyenler; “Adalet istiyorum, mahkeme lehime karar versin!” diyorlar. Herkes yargının bağımsız ve tarafsız olmasını istiyor ama bunun nasıl yapılacağı konusunda kimse fikir üretmiyor. Yargının elinin kolunun bağlı olduğunu, yürütme gücü izin vermezse kılını kıpırdatamayacağını, esas bunların ortadan kaldırılması gerektiğini kimse konuşmuyor. Böyle bir durumda yargı nasıl bağımsız olabilir, nasıl tarafsız olabilir? 1977 yılında, bundan 41 sene önce Anayasa Mahkemesi’nin, devletin cumhuriyet niteliği ile kanun önünde eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmaz diyerek iptal ettiği hükümler, 1981’de kanuna, 1982’de anayasaya konuldu. O zamandan bu yana yargı bağımsızlığı adına bir çok değişiklik yapıldı ama bu hükümlere hep koruma geldi. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı söyleminde bulunanlara söylemek lazım, devletin cumhuriyet niteliğiyle bağdaşmayan bu hükümler, neden hâlâ korunuyor?

Türkiye’de insanların yargıya bakışını nasıl buluyorsunuz? Adalete olan inanç geçmişten günümüze değişti mi? Değiştiyse bu değişim hangi yönde seyretti?

Öncelikle mesleğimizi yaptığımız ortamın, yani yargılamaların emeklerimizin çoğunu boşa götürdüğünü, bizleri laçkalığa, aylaklığa ve hatta ahlaksızlığa sürüklediğini, bunun meslekten soğumaya varan etkilerinin olduğunu söylemek isterim. Yargılamalarda 2 kere 2 maalesef 4 etmeyebiliyor. Bunun kabul edilebilir bir açıklaması yoktur, tersine 4’ü teslim edemeyen yargıya yöneltilecek eleştiri çoktur.

Yargı görevlilerinin mazeretlerinin haksız olduğunu söylemek istemiyorum fakat bu hesabın sonucunun 4 ettiğini söyleyememenin hiçbir mazereti olamayacağını kabul etmek lazım.

İş yaptığımız ortam bizi aşağıya çekiyor, iyileştirmekten ve geliştirmektense kötüleştiriyor. Avukatlık mesleğinin çok daha hızlı ilerlemesi ve hak ettiği saygınlığa kavuşturulması gerekiyor. Fakat iş ortamındaki sığlıkların da etkisi ile meslek geliştirilemiyor; bu yolda gösterilen çabalar ya sınırlı ya yetersiz kalıyor.

Bilimsel olarak uyuşmazlık çözüm sistemimizde eldeki insan kaynaklarımızın oranına uygun olarak yapılması gereken işlerin % 90’ını avukatların % 10’unu hakim ve savcıların yapması gerekir. Fakat mevcut sistemde.. Yargılamalarda her işi hakimler ve savcıların yapması bekleniyor, avukatlar ise aksesuarlaşıyor. İş gücünün %10’unu temsil ettikleri halde işlerin %90’ını yapması beklenen hakim ve savcılar iş yükü altında boğuluyor, iş ortamı bozuluyor ve bu fasit daire herkesi aşağı çekerek kötüleştiriyor. Bu durum en nihayetinde ben ve benim gibi pek çok meslektaşımı olumsuz etkiliyor. Bizleri işimizden, yaptıklarımızdan mutlu olamayan insanlara çeviriyor. Hukukçuların çoğu mutsuz insanlar, mutlu olanlar ise mutluluğu ancak başka kanallardan elde etmiş olanlarımız…

Kısa süre önce yeni kitabınız “türkiye’nin orta demokrasi sorunları ve çözüm yolu” yayınlandı. Sizi bu kitabı yazmaya iten sebepler nelerdi? Türkiye’nin demokrasi yolculuğunu, hukukçu gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son 10 yılımı yargı reformu çalışmalarına vakfettim. Zamanımın %70 – %80’ini bu amaç için sarf ediyorum. Yargının kaliteli hizmet üretmesi, daha iyi ve etkin olması için fikirler geliştirdim. Başlangıçta öngörmemiştim ancak ilerledikçe Türkiye’nin temel sorunlarının yargı, hukukun üstünlüğü alanında olduğunu, bu sorunların ülkemizin yönetiminde demokrasi sorunu olarak kendini gösterdiğini gördüm. Başka bir deyişle siyasetçilerin demokrasi sorunu olarak gördükleri sorunların aslında yargı, kamuda hukukun üstünlüğü, kamu görevlilerinin hesapverirliği sorunları olduğunu anladım. Bunun sonucunda demokrasi tartışmacıları ile yolum kesişti ve “Orta Demokrasi Tuzağı’dan Çıkış” içerikli bir rapor yazmaya başladım. Fakat konu kendi kendisini geliştirdi ve kısa zamanda ortaya bir kitap çıktı.

Türkiye demokratik kurumların tamamına sahip olmasına rağmen bu kurumlar iyi işletilemediğinden orta demokrasi sorunları denilebilen sorunlar baş göstermektedir. Böylesi bir hal, yürütme karşısında yargının elinin kolunun bağlanmış ve kamu görevlileri karşısında hukukun üstünlüğünün yürütme makamlarının iznine tabi tutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Yargı görevlileri de dahil olmak üzere kamu görevlilerinin hesapverir olmaması, Türkiye’de hukukun üstünlüğü alanında oluşmuş büyük bir karadelik gibidir. Bu durum giderildiği zaman Türkiye demokrasi alanında büyük bir sıçrama yapabilecek ve böylece ekonomik olarak orta gelir tuzağından bir zıplayışla kurtulacaktır.

Hukuki bir perspektiften baktığınızda, türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Adalet inancı bakımından Türkiye’nin geleceğini tehlikeli buluyorum. Adalet inancı çok aşağılara düşmüş olup, ne olduğunu bilmediği bu mefhumu gerçekleştiremediğinden ötürü yargı organlarını ve unsurlarını sorumlu tutan toplumun büyük bir kesimi, kendi kabuğuna çekilmekte; bir kısmı kendisini veya varlıklarını daha adaletli ortamlara kaydırmaya çalışmakta… Başka bir deyişle adalet inancı sarsıldığı için kendi içinde güven sorunu yaşayan, bu güveni başkalarında arayan ama başkalarına da güven veremeyen bir haldeyiz. Bunu Türkiye’nin geleceği bakımından hiç de iyi görmüyorum; tüm tarafların bir an önce birleşerek bu soruna acil çözüm bulmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu yönde kendime düşen çabaları göstermeye devam ediyorum. Kitabım da bu yönde bir çabanın ürünüdür.

Geriye dönüp baktığınızda, hayatınıza dair değiştirmek istediğiniz bir şey var mı? Geleceğe yönelik nelerin hayalini kuruyorsunuz? Başarmak istediğiniz hedefler var mı?

Çok sıkıntı çektiğim zamanlardaki tecrübelerim eskiden benim için üzüntü kaynağı olurdu, şimdi ise onların benim için büyük zenginlik olduğunu görüyorum. Hatalarımdan pişmanım elbette, ancak onlardan elde ettiğim faydalar benim için çok değerli, hazinem gibidir.

İleriye dönük olarak Türkiye’de gerçekleştirmek istediğim çok şey var. Avukatlık mesleğinin kurumlaşmasını ve sayıları 100.000’in üzerinde olan meslektaşlarımın en az yarısının kurumlaşmış bürolarda hizmet verebilir hale gelmesini arzu ediyorum. Bunun için kendi büromda oluşturduğum tecrübe, teknoloji ve know-how’u dışarıya aktarma yönünde çalışmaktayım. Örneğin, kurumlaşmak ve dijitalleşmek isteyen meslektaşlarıma Günce yazılımını kullanma lisansı vereceğim. İsteyenlere danışmanlık ve mentorluk yapıyorum; bunu daha da geliştirmek istiyorum.

Avukatların yargıda gereken büyük değişimi gerçekleştireceğine inanıyorum. Yargının çağdaş seviyelerde hizmet verir hale gelmesini avukatlar sağlayacaktır, eminim.

Türkiye’yi nüfusu, coğrafi konumu, tarihi ve kültürel zenginlikleri ile dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında görmek istiyorum. Bunun, avukatların el atması ile çağdaş seviyelere getirilecek olan daha iyi bir yargı ve hesapverirlik ile mümkün olduğunu biliyor ve gerçekleşeceğini görebiliyorum.