Türkiye’nin Kronik Anayasa Sorunu

Merhabalar, akademi sohbetleri serisinin ikinci bölümüne hoş geldiniz. Bugün Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku ABD öğretim üyesi ve Avrupa Konseyi ulusal ve uluslararası danışmanı Tolga Şirin ile birlikteyiz. Türkiye’nin kronik anayasa sorununu konuşacağız.

Hocam, hoş geldiniz, öncelikle bizleri kırmadığınız için çok teşekkür ederim. Ben doğrudan sorularımla bu kronik soruna ilişkin konulara başlamak isterim. “Anayasa”, Türkiye’de gündemin üst sıralarında yer alıyor. Bunun nedeni nedir? Niçin sürekli olarak bir anayasa değişikliği veya yeni anayasa konusunu tartışıyoruz?

Bu soru Fransa’da genelde bir fıkra ile birlikte konuşulur. Şöyle bir fıkra; adamın biri, bir hukuk kitapçısına girer ve sorar: “Anayasa var mı elinizde?” Kitapçı yanıtlar: “Biz süreli yayınlar satmıyoruz efendim.” Bu fıkranın dikkat çektiği şey, Anayasanın aslında diğer birçok metne göre çok daha fazla değişen bir metin olması. Bu dünyanın her yerinde belki böyle değildir ama özellikle Fransa ya da Frankofon dünyada ya da Fransa’dan etkilenmiş ülkelerde bu biraz daha böyle. Fransa’da Cumhuriyet, birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü cumhuriyet diye gider. Bizde de biraz böyle bir yön var. Anayasaları her defasında sonsuza kadar ayakta kalmak üzere kaleme alıyoruz. Ama çoğu kez böyle iddialar taşımayan metinlere nazaran çok daha çabuk ölüyorlar ya da son buluyorlar. Mesela bizde İttihat ve Terakki döneminde çıkarılmış meşhur bir kanun vardır “Memurin Muhakematı Hakkında Kanun”. “Muvakkat” diye geçer yani geçicidir. Ancak geçici olmasına rağmen 2001’e kadar yürürlükte kaldı. Yahut 1924’te çıkan Cumhuriyetin ilk kanunlarından Köy Kanunu vardır. Bu da sonsuzluk iddiası olmamasına rağmen 1924, 1961 ve 1982 anayasalarını eskiten bir metindir. Bunlar sürekli olma iddiaları taşıyan metinler değillerdi. Anayasalar ise sürekli olma iddiası taşıyan metinler ama bu iddiaya rağmen uygulama, gerçeklik tamamen ters yüz olabiliyor. Hatta buraya gelmeden önce okuduğum çok ilginç bir bilgiyi aktarmak istiyorum. Yapılan bir araştırma ile dünyadaki tüm anayasalar incelenmiş ve bu anayasaların ortalama ömrünün ne kadar olduğu araştırılmış. Bu araştırma neticesinde ise ortaya çıkan sonuç 19 (on dokuz). Bütün dünya anayasalarında çıkan ortalama sonuç bu. Tabii bu bir 19 mucizesi anlamına falan gelmiyor, biraz onu çağrıştırıyor ama çok ilginçtir ki ABD Anayasası hazırlanırken diyorlar ki “Biz sürekli anayasayı sonsuza kadar böyle ortaya koyamayız, gelecek kuşakların tercihlerine ipotek koyamayız. Onun için belki de her yeni kuşakta bir anayasa yenilenmeli.” Bu, ABD’nin kurucularından Thomas Jefferson ’un önerisi. Diyor ki: “19 yıl bir kuşağın değişim sürecidir ben bunu hesapladım.” Bu çok ilginç yani bundan 200 yıl önce söylediği sayı 19 iken bugünkü yapılan araştırma, bundan bağımsız şekilde de 19. Yani yaklaşık yirmi yılda bir kuşaklar değişiyor ve anayasal tercihler de değişiyor. Bazı ülkelerde yorum yoluyla, başkalaşma yoluyla anayasa ayakta kalabiliyorken bazılarında yepyeni bir anayasa ortaya çıkıyor, gündeme geliyor. Bu biraz şununla alakalı bence, Fransız ekolleri demiştim ya, anayasaya sadece iktidarı sınırlandırma misyonu yüklemeyen ama aynı zamanda toplumu dönüştürme gibi bir işlev yükleyen ekollerde bu biraz daha böyle. Fransa’da ve devrimci ekollerde bu böyledir Fransız devriminden sonra bir devrimle anayasaya geldi ardından bir başka devrim hareketi kendi anayasası ile geliyor. Bunun üzerine siz tekrar anayasa ile yanıt veriyorsunuz ve sürekli anayasal bir değişim geleneği oluyor. Bu Fransa’da biraz böyle Latin Amerika’da böyle bizde de böyle. Çünkü anayasa bizde daha ilk ortaya çıktığı günden bu yana ona sembolik anlam yükleme gibi bir dert olmuştur.

Programın video kaydına ulaşmak için aşağıdaki linki ziyaret edebilirsiniz.

Nedir o sembolik anlam acaba? Biraz açar mısınız?

Yani şöyle söyleyebiliriz. Bizde Anayasa yeni bir kavram. 1800’lü yıllarda Türkçeye girmiş. İlk Türkçe’ye girerken de biz bunu nasıl çevireceğiz konusu ilk jönlerin, gençlerin ya da devrimcilerin oldukça mesai harcamalarına neden olmuş. O zaman jeune veya rouge devrimci anlamına geliyordu yani ya kızıl ya da genç derlerdi. Devrimci anlamındaki Jön Türk dediğimiz şey, Türklere özgü değil. Junge Deutschland, genç Almanlar vardır, genç İtalya hareketi vardır bunlar 19.yy kent devrimlerinde görülen bir isimdir. Hatta bizde gençliğe hitabe genelde genç yaşa atıflı diye düşünülür ama öyle değildir. Aslında onun arka planında Jön Türklerden bu yana gelen, genç olmanın devrimci niteliğine ve onun dinamizmine gönderme yapan bir yönü vardır. Ve bizde de jönler ilk bunu tartışırken konstitüsyon denilen şeyi ne diye çevireceğiz meselesi bayağı bir tartışma konusu olmuştur. Mesela bu konuda “Nizam-ı Esâsı”, “Tanzimât-ı Esâsiyye”, “Kavânin-i Esâsiyye” gibi bir sürü böyle kavram olduğunu biliyoruz. “Nizâmat-ı Serbestâne” falan yani o dönemin literatürünü taradığımızda, (Niyazi Berkes bununla ilgili özel bir çalışma da yapmıştır), orada çok fazla kavram ortaya çıkar. Konsütüsiyon diyenler var, Azeriler hala öyle söylerler. En sonunda 1876’da bizde Kanuni Esasi denilince yani o şekilde ilan edilince onda artık tekdüzelik sağlanmış oluyor ama biliyorsunuz bu anayasayı II. Abdülhamid ilan etti. Hemen ardından da darbe yaptı bu anayasaya. Yani kendi koyduğu anayasaya karşı bir darbe. Bu günlerde milli irade vurgusu çok yapılıyor, darbe karşıtlığı biraz da haklı olarak ön planda ama bu ikisi aynı anda Abdülhamid’de çakışıyor. Burada hem bir yandan o zamanın milli iradesine darbe vuran bir sultandan bahsediyoruz, ardından 30 yıllık bir tiranlık yönetimi kurmuş olan bir sultandan bahsediyoruz, hem de bunu sahiplenip milli irade diyoruz, bu biraz çelişki olabiliyor. Günümüzün çelişkilerinden birisi bu. Ama o zaman Abdülhamid’in bu istibdat döneminde yani tiranlık döneminde jön hareketi için Kanuni Esasi hakikaten hürriyet ile eş anlamlıydı. Bunun içeriğini çok iyi bilmezlerdi. Bunu sonraki çok araştırmada da görüyoruz. Mesela 1908 yılında bir devrim gerçekleştirdi Jön Türk hareketi, hürriyet devrimi diye bilinir bu ve anayasayı tekrar yürürlüğe koydular, koydurttular yani zorladılar. Ve anayasa tekrar yürürlüğe girdi 1908’de, sonrasında İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Dr. Nâzım ile yapılan bir röportajda diyorlar ki “Siz kanuni esasiyi okudunuz mu?” O diyor ki “Biz okumadık bunu, pek bilmeyiz bu işleri.” ama devamlı ağzınızdan düşmüyordu yani kanuni esasi meselesi. Yani o onun sembolik anlamına gönderme yapıyordu. Yani diyordu ki anayasa aslında orada hürriyeti sembolize eden bir şeydi. Onun teknik ayrıntılarını biz çok iyi biliyor değildik, bilmemiz de gerekmiyordu diye belirtiler. Dolayısıyla Kanuni Esasi’yi kodlayacağımız sembol varsa o bir hürriyet kavramı olabilir. Yani tiranlığa baskıya karşı hürriyet olabilir. Bu anlam sonradan değişti. Ne zaman değişti? İmparatorluk, 1. Dünya Savaşı’na girdikten sonra ve ülke işgal altına girdiğinde, Osmanlı Parlamentosu işgal edildiğinde. Bu günlerde de güncel bir tartışma olduğu için gönderme yapalım: Sultan Vahdettin aynı zamanda düşman askerleriyle işbirliği yaptıktan ve ülkeyi daha sonra terk ettiği böylesi bir bağlamda Anadolu hareketi vardı bir direniş hareketi vardı. Ve bu hareketin vurgusu işgale karşı ulusal egemenlik ve bağımsızlıktı. Bu bağımsızlık vurgusunu yapanlar bir yeni metin ürettiler Teşkilatı Esasiye diye bir metin. Kanuni esasi artık burada biraz arkaik bir anlam kazanmaya başladı. Teşkilatı Esasiye’nin cisimleştiği sembol, ulusal egemenlik ve bağımsızlık oldu ve yeni bir anlam kazandı. Hatta çok kısa süre sonra da Cumhuriyet değişmiş oldu yani Teşkilatı Esasiye dediğinizde artık Kanuni Esasiye alternatif olarak monarşiye karşı cumhuriyeti vurgular hale gelmiş oldunuz. Başta istibdata karşı hürriyet anlamı vardı bu gelenek bu sefer monarşiye karşı cumhuriyet vurgusu ile ön plana çıktı. İlerleyen yıllarda özellikle 1930’lardan sonra öz Türkçe üretilmiş bir kavram ortaya çıktı ki bu da: “Anayasa”. Bugün kullandığımız sözcük biraz daha ulusal egemenlik kavramının dinsel öğelerden kendini ayıklamasıyla ortaya çıkan bir şey. Yani sekülerleştirme diyelim biz ona, dünyevileşme ya da çağdaşlaşma da diyebiliriz. Dolayısıyla burada aslında gelenekten ya da monarşiden koparken aynı zamanda şeriattan da bir kopma süreci ve aynı zamanda dünyevileşme ve bu bağlamda dini referans içermeyen öz Türkçe bir kavram türetme arayışı. Bu bakımdan da aslında anayasa kavramı, bu sefer laikliği sembolize eder oldu. Yani biz mesela bugün ışınlansak, 1950’lere gelsek ve anayasa diye bir şey söylesek, (biliniyordu bu sözcük ama metnin kendisi böyle mi adlandırılmalı konusu tartışmalıydı) bunu söyleyenin otomatikman laik olduğu çok açıktı olurdu. Yani Anayasa, laikliğe gönderme yapan sembolik bir şeydi. Anayasa 1960’dan sonra kendi meşruluğunu kurdu. 12 Eylül’e kadar da bu böyle devam etti. Bu sefer de laikliğe dair, çağdaşlaşmaya dair bir sembolü ifade eder oldu. Türkiye’de mesela 1960’lardaki gençlik hareketine baktığımız zaman kendileriyle ilgili yargılamalarda anayasal düzeni ilga ile ilgili açılan davalarda buna teessüflerini bildirirler, hemen derler ki biz esas 1961 anayasanın gerçek sahibi, tastamam uygulanması için yola çıktık diye vurgu yaparlar. Bunu bir iki isimde değil çok sayıda isimde görürsünüz davalarda ve yargılama süreçlerinde. Yani 1961 anayasasının ya da o hareketin belki de 27 Mayıs’ın diyebiliriz başlattığı hareketin devamı olduklarını vurgularlar. Ama aynı zamanda hem bağımsızlığı hem hürriyeti hem de laikliği sahiplenen bir anlam kazandığını görüyoruz. Bunun ters yüz olması daha çok 12 Eylül’dür. Sonra restore edilmeye çalışıldı sonradan fakat özellikle 2017 değişikliğinden sonra artık anayasa kavramının neyi sembolize ettiği iyice muğlaklaşmaya başladı çünkü burada yabancıların bu abusive constitutionalism dedikleri istismarcı anayasacılık diye çevirebileceğimiz bir şey başladı. Anayasa kavramın kullanılarak anayasanın içinin boşaltılması şeklinde tarif edebileceğimiz bir süreci yaşadık. 2017 bunun zirvesiydi benim kanım bu tabiki herkes hemfikir değil, farklı görüşler muhakkak vardır. Ama görünen o ki anayasa kavramının içeriği, anayasa kullanıla kullanıla devamlı bu sözcük kullanılmasına rağmen bunun içeriği boşaltıldı. Kimilerine göre bu Kemal Gözler hoca mesela “anayasasızlaştırma” diye tarif ediyor bunu da konstitüsyon diye ifade edebilir ve söyleyebiliriz. Bunun gibi çok ve benzer kavramlar da türetildi. Batı literatüründe bu aslında suiistimalci anayasacılık yani anayasa kavramını kullanarak anayasacılığın içinin boşaltılması diye özetleyebileceğimiz bir şey. Mesela burada da izleyici ve diğer hukukçuların da düşünmesi gereken bir şey hatırlatmak isterim, Fransa’da şöyle bir şey oldu; XVIII. Louis’in 1814’te Bourbon restorasyon sürecinden sonra bir metin ortaya çıkarttı. Bu Cumhuriyet’e karşı devrim hareketiydi, Cumhuriyet’i yıkmaya dönük, monarşiyi canlandırmaya dönük bir hareketti. Bu onların ürettikleri bir metin oldu, o metne Charte dediler, yani anayasa kavramının kullanılamayacağını söyledi birçok kişi. Yani senin kendi bahşettiğin şey bu anayasal geleneğin içine tam dahil edilemez dediler, 1814 Bourbon restorasyon sürecinden sonra o metne senet diyelim biz ya da Charte diye tarif edildi, tam olarak Anayasa ismi konmadı. Bence 2017’den sonra şu anki hali hazırdaki metne Anayasa deyip demeyeceğimizi tartışmamız gerekiyor yani biçimsel anayasa denilebilir ama anayasacılığın tamamen içini boşaltan bir metin ve bunu ters düz eden bir metne hala anayasa diyebilir miyiz ya da bu neyi sembolize eder konusu bence tartışılabilir bir nokta.

Anayasasızlaştırma demişken hem bunu söylediniz hem de Kemal Gözler’den bahsettiniz, Kemal Gözler hocanın yürürlükteki Türk Hukuku’nu incelemek içimden gelmiyor diyerek de yazdığı bir makale hukukçular arasında ses getirmişti. Tarihsel akışı kronolojik olarak çok güzel açıkladınız peki çok yakın bir zamana gelelim. 2017 Anayasa değişikliği demişken, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi, Türkiye’ye uygun mu ve herkesin aklına gelen bir karşılaştırma; ABD’deki başkanlık sisteminden farkları ne?

Son nokta biraz kitabi bir şey tabi, sınav sorularında da ABD’deki saf başkanlık sistemi ile Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen, ben ona Türk tipi başkanlık dedikleri için alaturka başkanlık diyorum. Alaturkanın biliyorsunuz birden fazla anlamı var, tam ona da denk geliyor yani. Hem Türk tipi dediklerinin evrensel tercümesini yapmış oluyoruz hem de aynı zamanda da ima ettiğimiz diğer anlamları da yani Türk Dil Kurumu’nun verdiği daha pejoratif anlamlara da tam denk düştüğü kanısındayım. Bu alaturka başkanlığın saf başkanlıktan farklı yönlerini kitabi açıdan saymak gerekirse yedi-sekiz başlık sayabiliriz. İşte birisi mesela tamamen (1) Türkiye’ye özgü olan Cumhurbaşkanı yardımcısının halk tarafından seçilmemesi, bunun dünyada başka bir örneği yok. Biraz Güney Kore’de başka bir versiyon var ama orada bir seçim var, hiçbir şekilde halkın sürece katılmadığı yer Türkiye. (2) Cumhurbaşkanının yasama organını fesih yetkisi. (3) Yasama seçimleri ve devlet başkanlığı seçimlerinin aynı gün yapılması. Mesela bu ABD’de düşünülemeyecek bir şey. (4) Cumhurbaşkanının, bakanları ve üst düzey bürokratları tek başına ataması, hiçbir şekilde yasama organının bu sürece dahilinin olmaması. (5) Aynısı yargı organları için de geçerli yargı organlarına ilişkin atamalarda da tek başına dilediği kişiyi atayabiliyor olması. (6) Bütçe teklifinin kabul edilmezse bir önceki yılın bütçesi esas alınarak belli bir hesap yapılıyor ama yola devam ediliyor, bu bir frendir aslında ABD’de. Ama burada bu yok. (7) Uluslararası sözleşmelerin onay sürecinde yasama için özel nisap bulunmaması. (8) OHAL kararnameleri vardı eskiden şimdi Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi oldu onlar, hem yargı denetimine kapalılar hem de kanun hükmünde sayılıyorlar. Bu da mesela sıra dışı bir şey. Onun dışında da başka alt başlıklarda sayabileceğimiz yönler var. Hatta bunu böyle tamamlayacağımız şeyler de olabilir, sosyo-kültürel yönler de olabilir. Kağıt üzerinde yazabileceğimizin dışında, bizdeki yargı bağımsızlığı ile ABD’deki yargı bağımsızlığı hakikaten farklıdır ya da federal bir frenleme var. Yerel yönetimler de fren sağlayabiliyor orada ama bizde bu yok. Ya da siyasi parti yapılarından hep bahsedilebilir, ABD‘de ideolojik partiler yoktur. Dolayısıyla bazı esnemeler olabiliyor. Ama Türkiye’de çok daha katıdır siyasi parti ayrışmaları vs. Bunlar zaten çoğu kitapta okuyabileceğimiz şeyler ama ben burada daha başka bir noktaya dikkat çekmek isterim o da; “biz buraya nasıl geldik?” Türkiye’nin buraya geliş meselesi, süreci için biraz böyle hafıza tazelemeye ihtiyacımız var kanımca. Yani biz buraya bir günde gelmedik bu aşama aşama oldu. Sanki böyle değilmişçesine yaklaşanlar da olduğu için hatırlamak gerekiyor. Mesela yürütmeyi güçlendirme eğilimi 12 Mart’tan başlar 12 Eylül ile pekişir ve sonrasında da hep devam etmiştir. Uygulamalar ve belli çevreler bunu hep destekler bir tutum içerisindedir. Özellikle mesela iktidarın tekelleşmesi, uluslararası sermayenin, ismini de koyalım, açıkça emperyalist politikaların desteklediği bir şeydi. Türkiye’ye özgü olmak üzere mesela 12 Eylül darbesinden hemen sonra belli finans çevrelerinin bunu nasıl ayakta alkışladığını, yürütmenin güçlendirilmesi için ne gibi telkinlerde bulunduğunu biliyoruz. Bu hafızayı bir kere hatırlamak lazım. Yani daha güçlü bir yürütmenin gerekli olduğu vurgusu sürekli yapıldı. Daha güçlü bir yürütmenin gerekli olduğu konusu 12 Mart’tan itibaren hem belli siyasi çevreler hem belli finans çevreleri hem de uluslararası sermaye açısından sürekli olarak desteklenen bir şeydi. Bu bir vaka olarak vardı ama o kadar geriye gitmeyelim mesela 2000’li yılların başına bir an için gidelim. O zamanlarda dahi Türkiye’de hala bu şekilde tekelleşme söz konusu değildi. Daha güçlü bir yürütme vardı ama fren ve denge mekanizmaları yoktu diyemeyiz. Mesela 2000’li yıllarından başında yasamadan bahsedecek olursak meşhur 1 Mart tezkeresini hatırlayalım, 2003’te Türkiye’de yürütme, o zamanın Başbakanı, açıkça ABD’nin Irak işgaline destek olmalıyız, TSK buna katılmalı söylemine hatta propagandasına rağmen Meclis tezkereye hayır diyebilmişti. Yani yürütmenin isteğine rağmen yasamanın farklı hareket edebileceğine dair yakın tarihimizden önemli bir örnektir. Veya yürütmeden bahsedelim. O zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer çok sayıda yasayı veto ediyordu, veto denilse de aslında geri gönderiyordu diyelim ya da Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açıyordu. O dönemlerde demin anlattığım çevreler Ahmet Necdet Sezer için, tırnak içerisinde söylüyorum “o bir dinozor, çağ dışı, eski kafalı” gibi şeyler söyleyerek devamlı eleştiriyorlardı. Ama o bir frendi, aslına bakarsanız bir kısım geri gönderdiği yasalarda hakikaten haklı çıktı. Mesela RTÜK konusu ya da siyasal rejimin dönüşümüne ilişkin yaptığı vurgular, bunun gitgide daha otoriter bir yere kayabileceğine ilişkin gerekçeleri hep doğrulandı bir yönüyle. Hafızamız pek onları hatırlamıyor, bu tartışmalar yokmuş gibi geliyor ama oradaki itirazlar ve geri gönderme gerekçelerinin aslında çoğu (ki kendisi başlı başına bir çalışma konusudur) haklı da olduğunu gösterdi. O dönemde önemli fren mekanizmalarındandı. Yahut yürütme içinde sadece Cumhurbaşkanı açısından demeyelim, mesela Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (evet Türkiye Cumhuriyeti’nde askeri vesayet sorunu vardı ama bu bütün bir uzmanlık alanına ilişkin çıkışları da otomatikman askeri vesayet olarak kodlayamazsınız) savaş eğer bir zaruret değilse bunun bir cinayet olacağını söyleyen Genelkurmay Başkanları vardı. Bunu söyleyebilmeleri uzmanlık alanları ile ilgili. Bu sözü söyleyebilmeleri önemliydi. Bunların tamamı askeri vesayet söylemiymişçesine tasfiye edildi. Her türlü çıkışı ya da her türlü freni bir kenara itmek gerektiği söylemi çok makbuldü o yıllarda. Keza mesela RTÜK ve TRT gibi idare içindeki özerk yapılarla ilgili olarak da bunların hep dukalık oldukları, bir tür eski vesayet odakları oldukları gibi söylemler gerekçe haline getirildi. Yahut yargı açısından konuşalım. Türkiye’de 2000’lerin başında yargı da frenleyici bir mekanizmaydı. 90 yıllarda da böyleydi. Danıştay birçok özelleştirmeyi durdurabiliyordu. Bugün hakikaten bir fecaat oldukları sabit olduğu açıkça görülen birçok özelleştirme konusunda Danıştay’ın o tarihlerde verdiği kararlar; “Bu yargı vesayetidir, jüristokratisidir” gibi söylemlerle devamlı böyle aşındırıldı. Yerindelik denetimi (artık neyse o, içini doldurmak oldukça keyfidir yani içinin nasıl doldurulacağı) gibi şeylerle geri adım atması gerektiği vurguları bir daha bir daha pekiştirildi. Anayasa Mahkemesi’nin de laiklik lehine oldukça önemli kararları vardı. Fakat bu mahkeme, sürekli elitler mahkemesi (kimse bu elitler), seçkinler gibi, (onlar hep böyle havada kavramlardı yani bir yere tam olarak oturmuyor) anılıyordu. Bir tür gölge boksu ile hegemonik algı yaratıldı ve bunlarla geldik biz buraya. Yargı bir tarafa gitti, yürütmede demin anlattığım öznelerin tamamı tasfiye olmuş oldu, yasama açısından zaten anlam kayması yaşandı. Geriye toplumsal muhalefet kalıyor, orada da yine aynı şeylerin (1990’lardan itibaren ama 2000’lerle beraber) daha fazla kimlik politikası pompaladığını görürsünüz. Yani gitgide kimlikçi bir bağlama kayması ve var olanların da şiddetle bastırılması zor olmadı. Dolayısıyla böyle bir tekel durumu oluştu. Bu ve bu tekel durumu aslında bakarsanız başta söylediğim yere dönersem kanımca emperyalistler açısından oldukça iyidir çünkü başta tekbir özne var, dediğinizi yapması pek muhtemel, eğer yapmayacak gibi olursa onu kriminalize edebilirsiniz, korkutabilirsiniz. Eğer böyle açıkları olan bir özne ise, bir başkansa, aslında dilediğiniz gibi manipüle edebilirsiniz. Türkiye’nin durumu biraz böyle kişilerle ilgili de bir mesele değil bu A B C fark etmez ama bütün bu fren dengeler ortadan kalktığında geriye böyle bir şey kalıyor dolayısıyla aslında bu Türkiye’ye zaten uygun değil bence bu siyasal rejim. Ama aynı zamanda benim vurgulamak istediğim yer daha çok buraya bir günde gelinmediği ve buna yol açan öznelerin bir özeleştiri yapmasının gerekli olduğu çünkü hiç böyle bir şey yokmuşçasına hareket ediliyor yani kendi kendine bir yere geldi Türkiye diğer bütün özneler de baktılar gibi oysa hayır, bazı özneler vardı ve bu özneler bunun oluşması için zamanında oldukça altyapı oluşturdular ya da sırt da sıvazladılar. Bunu hatırlatmak lazım.

Anayasa değişikliklerini hem yasama, yürütme, yargı erkleri bakımından çok güzel özetlediniz hem de günümüzdeki hükümet sisteminin, Türk tipi başkanlık sisteminin yasama, yürütme, yargı erklerine nasıl bir etkisi olduğunu da çok güzel açıkladınız. Peki o zaman gündemi biraz daha derinleştirelim, görünen o ki önümüzdeki yıl gerçekleşecek seçimin önem taşıdığını düşünüyorsunuz. Bu seçimlerle ilgili olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden adaylığı veya yeni seçim yasasıyla ilgili tartışmalar var. Bu konularda ne düşünüyorsunuz?

Şimdi burada iki tane madde var yani anayasada iki farklı madde var. Anayasa’nın 101’inci maddesinin 2’nci fıkrası şöyle der: “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” bu çok net bir şey, Recep Tayyip Erdoğan 2014’te seçilmişti. 2018’de yeniden seçildi. Dolayısıyla iki defa seçilmiş oldu, kural olarak yeniden seçilemez. Buna karşın, Anayasa’nın 116’ncı maddesinin 3’üncü fıkrası ise bu kurala bir istisna getirmiştir: “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” şu anda Recep Tayyip Erdoğan, meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde Cumhurbaşkanlığına bir defa daha aday olabilir. Ama eğer böyle bir şey olmaz, zamanında seçim olursa bu durumda aday olamayacağını varsayıyoruz. Fakat yapılan açıklamalar, iktidar çevrelerinden yapılan açıklamalar zamanında olacağı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olacağı ilişkin. Burada işin ilginç tarafı muhalefet de buna ses çıkartmadı. Anayasaya aykırı ama biz evet diyeceğiz diyen, artık bu cümleyi adeta ilke belleyen bir muhalefet karşı karşıyayız. Buna ses çıkarmadığını görüyoruz. Bir bakımdan hukukçu gözüyle baktığımda, burada bir ihmal yoluyla anayasanın ihlaline ortak olma söz konusu yani hukukta biliyorsunuz bir şey icrai olarak olabileceği gibi ihmalen de söz konusu olabilir. Burada da bu ihmal suretiyle anayasanın ihlaline dönük bir tür ortaklaşmanın olduğunu söyleyebiliriz. Ben aslında muhalefetin sadece bu noktada değil birçok noktada anayasanın gerçekten bekçiliğini (tırnak içinde) yapmadığını düşünüyorum ve birçok konuya da senaryoya da hazır olmadığını düşünüyorum. Çünkü muhtelif senaryolar geziyor tedavülde çok fazla senaryo var, mevcut iktidarın seçimi kaybedeceğini tahmin ettiği yerde neler yapabileceğine dair senaryolar var. Bunlar tabii spekülasyon yani elimizde somut veri olmadıkça budur diyemeyiz ama bir an için bu tedavüldeki savlara baktığımızda muhalefetin oldukça hazırlıksız olduğunu düşünüyorum. T24’de bir yazı yazmıştım o yazıda bir komplo teorisinden bahsetmiştim. Şöyle bir komplo teorisi, o yazıda şunu söylemiştim, eğer iktidar çevreleri bana sorsalardı; “Biz seçimi kaybediyoruz ama iktidarda kalmak istiyoruz, ne yapalım?” deselerdi onlara eğer etik kaygılardan arınmış birisi olduğum varsayımında yanıt verecek olsaydım şöyle derdim diye kurduğum bir senaryo vardı. O senaryoya bence çok hazır değiller burada tekrar edeyim, ben olsaydım şunu söylerdim, derdim ki; “Yeniden aday olma konusunda ısrar edin, anayasaya aykırı bu ama siz ısrar edin Yüksek Seçim Kurulu bunu kabul etmesin, etmeyecektir veya etmemesi bir şekilde sağlanmalıdır. Eğer aday olamazsınız bu bir mağduriyet durumudur.” Burada yeniden yargı vesayeti ya da yeni bir takım güç odakları milli iradenin gerçekleşmesine engel oluyor şeklinde altyapı oluşacaktır. Ve bunda ısrarcı da olmak gerekir adaylıkta ısrarcı olmak lazım ve siyasi rejim tıkandığında yani rejim burada tıkandığında dönüp belki şu denilebilir: “Ee peki o zaman siz öteden beri diyorsunuz ki bir anayasa değişikliği yapılsın, bu sorunu bir anayasa değişikliği ile aşalım.” (2007’de de böyle olmuştu, Türkiye yarı başkanlığa böyle geçmişti. Abdullah Gül’ün adaylığı sürecinde böyleydi, bir anayasa değişikliği ile aşılmaya çalışıldı) ve tamam tekrar bir anayasa değişikliği yapalım ve bu anayasa değişikliği pekala şu olabilir tekrar parlamenter rejime geçilsin ve Cumhurbaşkanı sembolik hale getirilsin. Halk seçebilir ama oldukça sembolik hale getirilsin ve tekrar bütün yetkiler Başbakanlığa kaydırılsın, bu şekilde seçime girelim. Bu şekilde seçime girildiğinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin %30 küsür oylarla tek başına iktidar olabileceğini biliyoruz. Çünkü 2002 seçimlerinde %34 oy ile böyle olmuştu şimdi gerçi baraj biraz daha düştü ama gene de bir Milliyetçi Hareket Partisi ile bir koalisyon kurması mümkün. Cumhurbaşkanlığı Binası Cumhurbaşkanı için yapılmamıştı, Başbakanlık olarak tasarlanmıştı, yer değişince oraya kaydı. Bunların hepsi buraya kayabilir. Örneği var mı, var. Mesela Rusya’da var. Putin Cumhurbaşkanı oldu daha sonra başbakan oldu, tekrar Cumhurbaşkanı oldu. Yani bunlar değişebilir, ağırlık merkezini rejimde değiştirebilirsiniz. Kağıt üzerinde olmasına bile bazen gerek olmaz ki kağıt üzerinde de bu böyle tasarlanabilir. Hatta ille de bir Cumhurbaşkanı olacaksa Milli Savunma Bakanı olabilir, sembolik olsun kenarda olsun aynı zamanda muhalefette belli çevrelerin de desteğini alabilecek bir tasarım mesela. İşte böyle bir tasarıma muhalefet acaba stratejik açıdan ne kadar hazır? Bu tamamen spekülatif bir şey yani komplo teorisi bunun gibi bir sürü komplo teorisi üretebilirsiniz ve buna dair ne kadar stratejik hazırlıkları olan bir muhalefet var mı, bence yok. Buna dair biraz akıl yürütme gerekliliğini, amiyane tabirle söyleyecek olursam “Bir tür zoka yutmama meselesi önemlidir.” Ama biz geçmiş deneyimlerden de görüyoruz ki Türkiye’de aslında iktidar kadar bir muhalefet sorunu da var, aynı zamanda muhalefetin gerçekten sistemli, tutarlı uzun vadeli programları olan, örgütlü bir görüntüsü, yapısı ne yazık ki yok.

Sıkışılan her durumda biz anayasa değişikliğine başvurulduğunu görüyoruz, biliyoruz. Bunu tecrübe de ettik aynı zamana bunun etkilerini uzun uzadıya tartıştık ama burada çok özel bir şey var, ben özellikle Seçim Kanunu’nun meclis tarafından çıkartılan diğer kanunlardan biraz daha özel olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir sonraki maçın kuralları belirleniyor. Bu konuda sizlerin görüşünü hatta olması gerekenle ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?

Burada çok doğru bir yere parmak bastınız. Ben bir öğrenci iken de bunu düşünüyordum. Anayasa hukuku dersi anlatılırken şunu düşünüyordum seçim yapılıyor, evet seçimde basit bir çoğunluk kazandı, tamam. Nasıl yani bu seçimde basit çoğunluk ile kazanan kişi seçim kurallarını değiştirebiliyor mu, diye bir soru aklıma geliyordu. Değiştirebiliyor demişti hoca, İbrahim Kaboğlu hocamız. Bir tuhaflık yok mu diye günlerce düşünmüştüm ve çok saçma gelmişti. Yani siz futbol maçında maçı kazanırsanız bir sonraki maçın, rövanşın, rövanş maçının kurallarını belirleyebiliyorsunuz. Çok tuhaf bir şey! Kendi lehinize, hava durumuna, yedeklere göre falan kuralları değiştirebilirsiniz. Dolayısıyla aslında bunun olmaması gerekiyor, daha doğrusu tabii ki Seçim Kanunu’nda değişiklik gerekebilir ama Seçim Kanunu’ndaki değişikliklerin daha yüksek nisapla yapılması gerekiyor. Ben akademisyen olduktan sonra bu konuyu özel olarak biraz daha araştırdığımda gördüm ki aslında bunun ismi (Fransa, İspanya, Portekiz veya onların eski sömürge ülkelerindeki anayasalarda var aynısı) “organik kanun usulü” yani bazı kanunların diğer kanunlara göre çok daha nitelikli olduğu ya da farklı olduğunu düşünüyorum. Her zaman organik kanun ifadesi kullanılmıyor başka ifadeler de var, temel kanun falan diyenler de var. Bu kanunların değiştirilme usullerini daha yüksek nisaba tabi tutuyorlar. Bu şuna da yol açıyor; mesela her şeyi anayasaya yazmanıza gerek kalmıyor. Çünkü klasik mantık şudur; anayasaya yazarız, anayasalarda zor değiştirildiği için bu bir güvence sağlar. Oysa şunu diyorlar, bununla ilgili literatür der ki; bazı kanunları bırakabiliriz ama konu da önemli ise o kanunların değiştirilmesini daha zor hale getirebiliriz. Aslında bizde var, af ile ilgili var, af kanunları bizde daha yüksek bir nisap gerektirir. Sadece onda var. Farkında olarak veya olmayarak ama af konusunda bir tür organik kanuna benzer bir usul bizde de öngörülmüş. Dolayısıyla seçim konusunun bence öyle olması lazım. Bu sadece seçim değil bence yargı konusu da öyle. Çünkü iktidarlar genelde kendi lehine yargıya ilişkin mevzuatta değişiklik yapıyorlar. Bunun kolay olmaması lazım bunun değiştirilmesinin daha zor olması lazım. Hatta derinleştikçe ben şunu da gördüm, dünya anayasalarının bazılarında anayasanın kendi yükümlülükleri arasında da renklendirme yapıyorlar. Mesela bizde değiştirilemez ve değiştirilebilir hükümler ikilemiyle biz yaklaşıyoruz. Bazı anayasalarda değiştirilemez, çok zor değiştirilebilir, daha kolay değiştirilebilir şeklinde farklı hükümler var. Yani hükümler arasında da değiştirilmeye dair katmanlaşma sağlanmış. İşte buna “katı esneklik” veya “esnek katılık” diyebiliriz. Literatürde yani İngilizce literatürde bu böyle söyleniyor. Benim şimdi bu ay İmge Yayınları’ndan çıkacak bir kitabım var. Buradan ilk kez duyurmuş olalım, anayasaya giriş diye kitap yazar herkes ama benim kitabım “Anayasadan Çıkış” yani bu döneme daha uygun olan budur diye düşündüm. Bizim Mümtaz Soysal hocamız, toprağı bol olsun, onun Anayasaya Giriş kitabı vardı, aynı zamanda yargılanıp tutuklanmasına neden olan bir kitaptı. 1968’de yazmıştı bu kitabı. Ona da bir gönderme, onun kitabı anayasaya girişti, bu dönemde bir anayasaya giriş kitabı yazmaktansa ben anayasadan çıkış kitabı yazmanın daha mantıklı olduğunu düşündüm. Orada biraz bunu anlatıyorum yani bu tedbirlere ihtiyaç vardır diye düşünüyorum. Bu vesile ile kitabımı duyurmuş olayım, mezunların da okumalarını isterim.

Teşekkürler hocam, gayet faydalı olur özellikle biz hukukçular için. Peki hocam ne olmalı? Türkiye’de önümüzdeki seçimde iktidarın değişmesi durumunda nasıl bir siyasal rejim kabul edilmelidir?

Yani bu siyasal rejimlerin ben tabi bu biraz mühendislik meselesi, anayasa mühendisliği der Sartori, masa başında her zaman çözülebileceğini inanmıyorum. O biraz politik mesele yani Mümtaz Soysal’dan bahsetmiştik, hoca da şunu söylerdi anayasalara gerçekten yani anayasa bir yelkenli ama rüzgarı yoksa o yelkenlinin bir yere gitmesi söz konusu olmaz. O rüzgar da örgütlü toplumdur, yani bir halk koymuş olduğu temel kurallara örgütlü biçimde sahip çıkıyorsa, bir kamuoyu rejimi oluşturabiliyorsa o anayasa o kadar anlam kazanıyor. O yoksa bir takım şeyler yazmanız yani masa başında mühendislik yapmanız hayat gerçekliği ile anayasal gerçeklik ile çok uyumlu hale gelmiyor. Fakat bununla beraber yine de ideal tip olarak konuşacak olursak bazı telkinlerde bulunabiliriz ya da en azından ilkesel bazı şeyler söyleyebiliriz. Benim kanaatim odur ki; siyasal rejim bağlamında Türkiye gibi doğu toplumlarında, otoriterleşmeye daha meyilli olan toplumlarda, demokrasi konusundaki deneyimi gelgitli olan yerlerde ve kişi kültürünün çok fazla ön plana çıktığı, iktidarın kişisel değişmesinin çok olası olduğu bu tarz deneyimlerin çok yaşandığı yerlerde, başkanlık ve ona benzer başkanlık türevi siyasal rejimler uygun değil. Dolayısıyla diğer pek çok şey bir tarafa halkın yarısından fazlası tarafından oy alacak tek bir kişinin ortaya çıkacağı siyasal rejimlerin çok tehlikeli olabileceği düşünüyorum. O siyasi figürün hangi siyasi partiden olduğu da çok önemli değil bu arada. Bazı Latin Amerika örnekleri de gösterdi ki bize soldan örnekler de olumsuz deneyimleri getirebiliyor. Yani o meşruluğu bir defa aldığınızda çok keyfi bir yere doğru kaymanız da pekala olası. Dolayısıyla bu biraz da ideolojilerin ötesinde bir şey. Dolayısıyla benim ilkesel tutumum şu; bir siyasal rejim ne kadar yönetimi kollektifleştiriyorsa o kadar iyi, o kadar çok katkı girmiş olur. Girdi meşrutiyeti o kadar güçlenir ve buradan da çıktı meşruluğu o kadar üst düzeye ulaşabilir. Bu bakımdan parlamenter rejim ve onun türevleri ki bu meclis hükümeti de dahildir, bu çok konuşulmuyor ama bence konuşulmalıdır. Kimileri parlamenter rejim içerisinde görür onu, yani o geniş kümenin içerisinde bu siyasal rejim yapısı Türkiye için daha uygun diyebilirim.

Oldukça keyifli ve öğretici gidiyor ama bir yandan da vaktimiz azalıyor şunu sormadan da edemeyeceğim yarı başkanlık bir seçenek olabilir mi?

Aslında bu deminki soruyla çok bağlantılı yani yarı-başkanlık diye bir şey var mı, tartışılır. Kim Fransızlar der ki bu Duverger’in bir fantezisi, gerçekten böyle bir siyasal rejim yok. Ama halk tarafından seçilen bir devlet başkanı varsa orada artık farklı bir siyasal rejim vardır diyebiliriz. Ben bunda da halkın seçiyor olması ve yarıdan fazlasının oyuyla iktidara gelecek bir başkanın bulunuyor olmasını tehlikeli buluyorum. Bu iktidarı kişiselleştirme riski barındırıyor. Bizde bu deneyimler de genelde unutulur. Hani diyorum ya hafıza bizde biraz zayıftır. 1982-1989 arasında mesela Kenan Evren’in halk tarafından seçilmesinden sonra, (1982’de halk tarafından seçilmişti, kimileri diyor ya işte halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan diye, o doğru değil, Kenan Evren seçilmişti 1982’de) Türkiye bir tür yarı-başkanlık yaşamıştır. O etkilerin çoğunu asker olmasından mütevellit çok ileri düzeyde kullanmadı Kenan Evren. Ama diğerini 2014-2017 arasında yaşadık ve orada gördük ki Ahmet Davutoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan aynı siyasi partiden olmalarına rağmen iktidarın kişiselleşmesi bir tarafa aynı zamanda bu bir arada yaşama konusunda da sorunları bulunuyor. Yani aynı siyasi partideydiler, daha birkaç yıl geçmeden birbirlerini darbecilikle işte bu Pelikan dosyaları, hükümeti değiştirme, bunun kriminal bir durum olduğunu söyleyenler oldu aynı partinin içinden kişiler. O deneyim de gösterdi yani bunun pek bizde işleyemeyeceğini, olumlu olmadığını. Bu da bence bu açıdan yarı başkanlığının olumlu olmadığına dair bir veridir. Ben yakın tarihli bir rapor hazırladım, Ankara Enstitüsü için, ben tanımam onları ama benden bir rapor istediler ve ben de yazdım, yarı başkanlık uygun mu diye, dileyen dinleyiciler o raporu da okuyabilirler. Google’dan aradıklarında bulabilirler.

Hocam çok teşekkür ederim. Anayasa hukuku temelinde hükümet sistemi ve seçimler üzerine konuştuğumuz çok değerli ve kıymetli bir sohbet oldu. Size katılımınız için çok teşekkür ederiz.