Philadelphia, ilk yayınlandığı 1993 yılından bu yana (neredeyse otuz yıl geçtiği düşünüldüğünde) özellikle ana temasıyla sinema endüstrisinin kült filmlerden birisi olmayı başarabilen ender filmlerden. Elbette bunun en önemli sebebi olarak, AIDS, eşcinsellik, ayrımcılık ve homofobi gibi dönemi itibariyle herkesin konuşmaktan kaçındığı konuları temel alan ilk ana akım Hollywood filmlerden olması gösterilebilir. Diğer yandan, içinde bulunduğumuz 2021 yılında, bu konuların olağan dışı ya da konuşulmaktan kaçınılan konular olduklarından söz etmemiz pek mümkün değil ancak dünyanın özellikle son yıllarda sosyal medyanın da etkisiyle birikerek çoğalan bilinç düzeyinin ne gibi mücadelelerden geçtiğini anlamak adına, Philadelphia öncü ve önemli bir örnek olarak verilebilir.

Jürinin sayın üyeleri: Televizyonda ve filmlerde gördüğünüz her şeyi unutun. Herhangi bir son dakika sürpriz tanığı olmayacak. Kimse gözyaşı dolu bir itirafla kürsüde kendini kaybetmeyecek. Size sadece basit bir gerçek sunulacak.

Film ,avukat Andrew Beckett’in sadece uğradığı haksızlığa değil aynı zamanda toplumsal bir ön yargıya karşı savaştığı bir hukuk dramasıdır (legal drama). Filmin en önemli karakteri Andrew Beckett yaşadığı eyalette büyük ve itibarlı bir hukuk bürosunda çalışan ve ortaya koyduğu işlerle bağlı çalıştığı yerde sürekli takdir toplayan bir avukattır. Fakat Beckett’in kariyerini etkilemesinden korktuğu için birlikte çalıştığı diğer avukatlara ifşa etmek istemediği bazı sırları vardır: cinsel yönelimi ve HIV pozitif olması gibi. Beckett özel hayatının ifşa olmaması konusunda çok dikkatli olmasına rağmen, bir gün meslektaşlarından birisi alnındaki AIDS hastalarında da görülebilen bir lezyonu fark eder. Çok kısa bir süre içerisinde, her şey yolunda olmasına rağmen, çalıştığı yerin kurucu avukatları tarafından sudan bir sebeple Beckett’in işine son verilir. Elbette kendisine işine son verilmesini gerekçesi bu şekilde açıklanmaz fakat Beckett gerçek nedenin ne olduğundan emindir ve hukuk bürosuna dava açmaya karar verir. Fakat toplumda homofobinin yanında 1980’lerin korkulu rüyası AIDS hastalığına karşı bilgi eksikliğinden de kaynaklanan büyük bir korku ve ön yargı olunca, Beckett hukuk savaşından önce başka savaşlar da vermesi gerektiğini fark eder.

Denzel Washington (Joe Miller)

Beckett’in hukuk mücadelesi sadece “işine iade edilmek” veya “haksız işten çıkarma nedeniyle tazminat talep etmek” üzerine değildir. Hayatı, kariyeri, hakları, en önemlisi de onuru için bir mücadeleye girmiştir ve bu mücadeledeki pes etmeyen azmi, daha önce bazı ön yargıları sebebiyle kendisini ilk başta müvekkil olarak kabul etmeyen siyahi avukat Joe Miller’ın dikkatini çeker. Hayata bambaşka pencerelerden bakmalarına rağmen, Miller diğer insanların Beckett’e karşı cesaret kırıcı ve ayrımcı yaklaşımları ile kendi halkının çok da uzak olmayan geçmişte yaşadıkları arasında bir paralellik görmüş ve Beckett ile farklı bir açıdan da olsa bağ kurmayı başarmıştır. Böylece mücadelesinde kendisine yardımcı olmaya karar verir ve bu adım ile aslında kendi olumlu dönüşümünü de başlatır.  

Filmin yargılama sahneleri tam hukuk gösterisi! Bir tarafta çok güçlü bir hukuk bürosunun ünlü dava avukatları diğer tarafta ise ayrımcılık konusunda algısı yüksek, genç ve ateşli bir avukat tarafından savunulan ve haksızlığa uğradığı iddia edilen başka bir avukat. Olayın her iki tarafının da adaletin savunucuları olması gereken avukatlar olması da ayrı bir ironi tabi. Mahkeme salonundaki efsanevi yargılama sahneleri ile hafızalarda yer edinen filmin, görmezden gelinen konuları sesli şekilde sorarak insanları biraz olsun düşünmeye sevk ettiği de ayrı bir gerçek. Tıpkı Yargıç Garnett’in mahkeme salonundaki adaletin ırk, inanç, renk, din veya cinsel yönelim meselelerinden asla etkilenmeyeceği sözü üzerine Joe Miller’ın kendisine bu cümlesinin aslında toplumdan kopuk bir ezberden başka bir şey olmadığını ima eden sorusu gibi: “Ama biz bu mahkeme salonunda mı yaşamıyoruz, değil mi?” 

Tom Hanks (Andrew Beckett) & Denzel Washington (Joe Miller)

Bu filmdeki “haksızlığa uğrayan avukat” Andrew Beckett rolü, bu karakter ile 66. Akademi Ödülleri’nde iyi erkek oyuncu ödülü de alan Tom Hanks’in kariyerindeki en iyi performansı olarak görülüyor. Oyuncu kadrosunda Tom Hanks’a Denzel Washington ve Antonio Banderas gibi başka tanınmış yüzler de eşlik ediyor. Filmin yönetmen koltuğunda ise “Kuzuların Sessizliği” filmi ile o dönem büyük bir başarı yakalayan yönetmen Jonathan Demme’yi görüyoruz. Tüm bunlara ek olarak filmin Bruce Springsteen tarafından yazılıp bestelenen müziği “Streets of Philadelphia”nın yine aynı yıl Akademi Ödülleri’nde en iyi film müziği ödülünü de almış olduğu düşünüldüğünde, Philadelphia’nın övgüyü hak eden ve izlenmeye değer bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Özetle, bu film muhtemelen cinsel yönelim ayrımcılığı meselesinde ortaya konulan ilk ve en çarpıcı dramlardan birisi. Üstelik de filmin konusunun 1987 yılında bu ayrımcılığı yaşayan bir avukatın gerçek hayat hikâyesinden esinlenildiği düşünüldüğünde filmin izleyicide bırakacağı etkinin artacağı da muhakkak. Bir taraftan 1993 yılında AIDS’in henüz tedavisi mümkün olmayan bir hastalık olarak görülmesi ve bugün sağlanan vizyonla örtüşmeyen bir korku yaratması da eklenince filmdeki ön yargının yarattığı tedirginlik ve yükselen tansiyon daha iyi anlaşılacak. Son olarak, bugün filmin temasını oluşturan konularda önemli bir yol kat edilmiş olması ve hala yapılması gereken pek çok şey olmasına rağmen özellikle cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği açısından bir farkındalık başlatmış olmasından memnun olduğumu eklemek isterim.

İyi seyirler şimdiden!