SAYI 09 / DİZİ ÖNERİSİ / AV. ESRA GÜLTEKİNER EMEKLİ (H+ KÜLTÜR & SANAT EDİTÖRÜ)

Her avukatın hayatında en az bir kere de olsa karşılaştığı bir soru vardır. İnsanların vicdanını rahatsız edecek kadar ağır bir suç işlemiş bir kişi ima edilerek, o kişiyi avukat olarak savunup savunmayacakları sorulur. Muhtemelen bu soruya soran herkes aynı yanıtı alır: Bir suç ile itham edilen herkesin savunulma hakkı vardır.  

İşte BBC’de yayınlanan hukuk konulu gerilim (legal thriller) mini dizisi olan The Escape Artist’in altını çizdiği en önemli tema budur. Dizinin senaristi olan David Wolstencroft daha ilk bölümden niyetini açıkça belli ederek İngiliz ceza muhakemesi sistemi özelinde, tüm ceza yargılamalarının temelinde olan “herkes savunulmayı hak eder” (everyone deserves a defense) argümanının doğru anlaşılıp anlaşılmadığını sorgulatmayı hedefliyor ve bu hedefinin peşinden tempoyu hiç düşürmeden sonuna kadar gidiyor.

Herkes savunulmayı hak eder (mi?)

Dizinin resmi bir Türkçe çevirisi olmasa da, adını “Kaçış Uzmanı” olarak tercüme edebiliriz. İngilizcede bu ifade her türlü durumdan kaçmayı başarabilme konusunda uzman olan kişiler için “artist” yani “sanatçı” yakıştırması da yaparak kullanılıyor. Tabi bir avukatın başrolünde olduğu bir diziye neden bu ismin verildiğini tahmin etmek hiç de zor değil. Dizinin ana kahramanı olan zeki, algıları yüksek ve mesleğinde tutkulu dava avukatı (barrrister1) Will Burton tam bir kaçış uzmanı. Hatta işinde o kadar iyi olmasının insanı irrite ettiği bile iddia edilebilir. Çünkü baktığınızda, çalıştığı büronun en popüler avukatı, kariyerinde kaybettiği hiçbir dava yok ve hukuk magazin dergilerinde “Londra’nın bir numaralı savunma avukatı” olarak haberleri var ve anketlerde en yüksek puanları alıyor. Tüm bunların doğal bir sonucu olarak yükselen itibari sayesinde bir İngiliz avukatın ulaşabileceği en yüksek unvan olan İngiliz Monarşisi’nin Resmi Avukatı (Queen’s Counsel ya da avukatlar arasında daha yaygın kullanılana adıyla Silk) unvanının da en güçlü adaylarından birisi. Fakat zirvede olmanın da gerektirdiği bazı şeyler var; bu itibarını kaybetmemek için en iyi ikinci avukattan her zaman daha iyi olmak gibi. Bunun ne kadar çok çaba gerektirdiğini tahmin edebilirsiniz, hele de hemen arkasındaki Maggie Gardner aralarındaki rekabeti şahsi bir meseleye dönüştürerek zafere giden yolda her şeyi mubah görüyorsa.  

Siz hayatınız hakkında planlar yaparken hayatın da sizin hakkınızda bazı planları vardır derler ya, işte Will’in her şeyi yolunda giden özel hayatı ve kariyeri bir gün medyada da büyük yankı uyandıran sadistçe işlenmiş bir cinayet davasının baş şüphelisinin savunmasını üstlenmesiyle kısa süre içinde değişir. Cinayet zanlısı olduğu iddia edilen Liam Foyle genç ve biraz kaba bir adamdır, fakat ortada cinayeti işlediğine dair kesin deliler de yoktur. Bu durum mesleğini uygulama biçimi zaten çok ustaca bir şekilde bu tür detaylardan faydalanmak üzerine kurulu olan Will’in elini çok güçlendirir. Bu kanlı dava müvekkilinin lehine sonuçlanmasına rağmen Liam Foyle ile arasında yaşanan çok küçük bir gerilim bir süre sonra önleyemediği korkunç olaylara yol açar. Bir anda hayatı alt üst olan Will, adalete gerçekten ihtiyacı olduğunda, ortada bir adalet değil de sadece hırslı ve saldırgan avukatların kendileriyle çelişen doğruları olduğunu fark eder. Will yaşadığı hayal kırıklığının da etkisiyle adaletin ne kadar göreceli bir kelime olduğuyla yüzleşir ve kendi adaletini kendi tesis etmeye karar verir. Bakalım ne kadar ileriye gitmeye cesaret edebilecek? 

Bu çarpıcı hukuk gerilimi bir hukukçunun etik ilkelere uyma yükümlülüğünün nerede başlayıp nerede bittiğini sorgulatırken başka bir konuyu daha tartışmaya açıyor: Cevap veremediğimiz bazı soruların cevaplarının belki de çok basit olması gibi. Aslında cevap o kadar basit ve ortadadır ki, sadece bu nedenle kendisini göremeyiz ya da normal bir bakış açısıyla olaylara anlam veremeyiz. Mesela hastalık derecesinde takıntılı ve takip meraklısı (stalker) birisi olan Liam Foyle’nin bazı şeyleri neden takıntı haline getirdiğine normal bir algılayış tarzıyla anlam veremememiz gibi. Bu tema Polonya yapımı olan “The Hater (2020)” filminde de Tomasz karakteri özelinde farklı bir senaryo üzerinden işlenmişti. Bazen insanlar aslında sadece kendilerini yetersiz hissetmelerinden kaynaklanan ve onları içten içe yıkan mutsuzluğun sebebi olarak, doğrudan kendileri ile ilgileri olmasa da “yeterli olduklarını” ya da “mutlu olduklarını” düşündükleri insanları görürler ve kafalarında tuhaf bağlantılar kurarak onlara kin duyarlar. Muhtemelen aralarında biraz daha cesur olanlar Liam ya da Tomasz gibi bu kinlerini dışarıya yansıtacak bir yol düşünürler. Elbette bunu bir adli psikoloji uzmanı daha iyi açıklayacaktır.  

Dizi hakkında daha teknik bilgilere gelirsek, başarılı avukat Will Burton rolünde Doctor Who dizisi ile de tanınan David Tennant’ı, Maggie Gardner rolünde Sophie Okonedo’yu ve cinayet zanlısı rolünde de Black Mirror’un ilk sezonunda yer alan “The Entire History of You” (Senin Tüm Hikayen) bölümü ile hafızalara kazınan Tobby Kebbel’i görüyoruz. Her üçünün de canlandırdıkları rollere çok yakıştığını söyleyebiliriz, özellikle insanın kanını donduran soğukkanlı psikopat Liam Foyle rolü ile Tobby Kebbel gerçekten bir takdiri hak ediyor. Bu arada son bir ekleme yapmak istiyorum, dizide bir yerde iki avukat arasında eğer bir cinayet işlediyseniz ve bundan paçayı sıyırmak istiyorsanız, bir ceza avukatı ile konuşmayı isteyebilirsiniz şeklinde bir konuşma geçiyor ama sizi temin ederim ki herkes savunulmayı hak eder diyerek avukatlar kesinlikle bunu kastetmiyor arkadaşlar 🙂 

İyi seyirler!