Sömürgeci ile Sömürülen Karşı Karşıya: Mabo Davası

XV’inci yüzyılın sonlarında başlayan coğrafi keşifler ve sömürgecilik, bir yandan Avrupa’ya refah ve zenginlik getirirken öteki taraftan bu bölgelerin gerçek sahiplerinin binlerce yıllık miraslarını ellerinden almaktan geri durmadı. Coğrafi keşiflerin başladığı esnada dünyada yirmi beş medeniyet var iken tarihte ilk defa örneği görülecek bir şekilde Batı medeniyeti bunlardan on altısını yok etti, diğer sekizini ise pasif hale getirdi.

Özellikle Amerika kıtasında yaşananlar üzerine çok şey yazıldı. Yazılanlar madalyonun iki farklı yüzünü göstermekteydi. Bir yüzü, Hernan Cortes’in birkaç yüz askeriyle iki yüz elli bin nüfuslu Aztek medeniyeti başkentini eline geçirmesini konu alıp ona adeta bir Fatih edası veriyordu. Diğer yüzü ise rahip Bartolomé de las Casas’ın Kızılderililer Nasıl Yok Edildi? kitabında tiksintiyle anlattığı olaylarla yaşanan vahşeti gözler önüne sererek insancıl bir tutum sergiliyordu. Ancak maalesef Cortes ve Casas arasında ortak bir fikir vardı. O da buraların ancak Batılılar tarafından yönetilebileceği ve bölgenin gerçek sahiplerinin bunu yapmaya muktedir olamayışlarıydı. Bu bölgeler sosyal organizasyondan yoksun kimselerindi ve onlara göre sahipsiz topraklardı. Dolayısıyla artık önce kim bayrağını dikerse orası onundu. Bu yazımız, tam da bu konuyu ele almaktadır. Ancak üzerine halihazırda çok şey yazılmış Amerika kıtasından bir örnek yerine, üzerinde fazla durulmayan Avustralya’daki Aborijinlerden yola çıkacak ve Eddie Mabo’nun yerlilerin onların olan toprakları bir gün geri almalarını sağlayacak olan Mabo Davası’nı ele alacağız.

29 Haziran 1936’da Murray adasında dünyaya gelen (ya da diğer adıyla Mer adası) Eddie Koiki Sambo’nun annesinin doğumdan kısa süre sonra vefat eder. Bunun üzerine dayısı Benny Mabo tarafından yetiştirilir ve Mabo soyadını taşımaya başlar. O dönemde Avustralya Hükümeti’nin eğitim politikası, Aborijinlere verilecek temel düzeyde bir eğitimin ötesine gitmemekteyken öğretmeni ondaki potansiyeli görerek onu yetiştirir. Ancak on altı yaşında işlediği bir suç nedeniyle ada dışına bir yıllığına sürgüne gönderilir. Bu sürgün sonucu dışarıda olanları görmesi onun ufkunu açar ve devam eden süreçte adaya dönmek yerine Queensland’e giderek zor şartlar altında çalışmaya başlar. O dönemde Aborjinler hukuki olarak tam anlamıyla vatandaş olarak bile kabul edilmemektedirler ve zaten oy kullanma hakkı gibi politik haklara da sahip değillerdir. Tüm bu şartlar altında Eddie, politikaya atılır ve Aborijinlerin oy kullanma haklarını elde etmeleri için aktif bir şekilde çalışmaya başlar ve 1967’de bu hak kazanılır. O yıl James Cook Üniversitesi’nde bahçıvan olarak çalışmaya başlayan Eddie, üniversitenin kütüphanesini de kullanma imkânı bularak kendini entelektüel olarak da geliştirir ve çeşitli derneklere üye olarak seçilir. 1973 yılında babası hastalanır, ancak o dönemde Aborijinlerin herhangi bir yere seyahat etmeleri dahi izne tabidir ve doğduğu adaya gidişine izin verilmez. 1977 yılında kimsenin iznini almadan adaya gider ve kendisine babasından bir arazi kaldığını öğrenir. Ancak o dönemde bu topraklar kraliyet arazisi olarak kabul edilmektedir ve ona burayı alamayacağı söylendiğinde şaşkınlıkla şunu söyler: “İmkânı yok; o, onların değil, bizim” (No way, it’s not theirs, it’s ours). 1981 yılında katıldığı bir konferansta bunu dile getirerek Aborijinlerin de mülkiyet hakları olduğuna dair bir konuşma yapar. Eddie, onların mirasının “akademisyenler tarafından yazılan kitaplardan” gelmediğini belirtir ve “benim ders kitaplarım, kendi ailemdi” diye de ekler. Bu konuşmanın Avukat Greg McIntyre’ın dikkatini çekmesi üzerine Mabo Davası’na hazırlık başlar. Davanın amacı Aborijinlere arazilere üzerinde mülkiyet hakkının tesis edilmesidir.

Eddie Mabo ile birlikte dört kişi (Sam Passi, Reverend Passi, James Rice ve Celuia Salee) daha davaya katılır ve savunma ekibi kurulur ve Queensland Eyaleti’ne karşı dava açılır. O dönemde yaygın görüş, terra nullius (sahipsiz toprak) politikası çerçevesinde Avustralya’nın İngilizlerden önce herhangi bir devlet tarafından kullanılmaması ve buradaki yaşamın İngilizlere göre sadece ilkel bir sosyal organizasyonu yansıttığı iddiası nedeniyle buranın İngiliz kontrolü altına girmesiyle topraklarının kraliyetin mülkiyetine geçtiği yönündedir. Nitekim bundan önce de burada herhangi bir yazılı kanun mevcut değildir. Her ne kadar 1882 yılında Queensland Hükümeti Murray adasında yaşayanları bölgenin yerlileri olarak kabul ettiyse de bunlara herhangi bir hak bahşedilmemiştir. Ancak klasik bir hukuk doktrinine sarılmaksızın özgün bir savunma geliştiren davacılar, yerlilerin geleneklerinden hareket ederek Murray adasındaki toprak sahipliğinin hala Aborijinlerin kendi sistemleriyle meydana getirildiğini ve bölgedeki Avustralya egemenliğinin bu sistemi ortadan kaldırmadığını savunurlar. Burada da delil olarak Malo Yasası adıyla bilinen ada sakinlerinin ne şekilde ibadet etmeleri ve toprakla ilişki kurmaları gerektiğinin yanı sıra verasetin bir nesilden diğer nesle ne şekilde aktarılacağına dair temel kuralların da yer aldığı kültürel öğretiye başvururlar. Sonuçta her ne kadarı toprakları ellerinden alınmışsa da davacılar, bu toprakları üzerindeki haklarının hiçbir zaman sona ermediğini ve tanınması gerektiğini talep ederler.

20 Mayıs 1982 tarihinde dava (Eddie Mabo and Others v the State of Queensland and the Commonwealth of Australia) çok nadir görülecek bir şekilde doğrudan Avustralya Yüksek Mahkemesi önünde açılır. Yukarıda belirttiğimiz Malo Yasası’na karşı Queensland Hükümeti, adanın Hristiyanlığı kabul etmesinin ada sakinlerinin kendi geleneklerinden koptuğu anlamına geldiğini öne sürer. Bunun üzerine Mahkeme, tarafların anlaşmaları için duruşmayı süre belirtmeksizin erteler. Taraflar arasındaki görüşmelerde herhangi bir uzlaşma meydana gelmemekte ve süreç uzamaktadır. Bu esnada Hükümet, 1985 yılında bir yasa (Queensland Coast Islands Declaratory Act) geçirerek 1879 yılında adaların ele geçirilmesiyle buradaki bütün hakların, menfaatlerin ve iddiaların Queensland Eyaleti’ne devredildiğini bildirir. Bunun karşısında davacı avukatlarının yapabileceği tek hamle, söz konusu yasanın geçerli olmadığının Yüksek Mahkeme önünde kanıtlanmasıdır.

1988 yılında Yüksek Mahkeme önünde yargılama yeniden başlar. Müşteki avukatları, anayasa hukuku uyarınca bir eyalet yasası ile federal yasanın çatışması durumunda, ikincisinin geçerli olması gerektiğini öne sürerler. Zira, eyaletin çıkardığı yasa 1975 tarihli Irk Ayrımcılığı Yasası’nı (Racial Discrimination Act) çiğnemektedir ve bu nedenle yok sayılmalıdır. Mahkeme tarafından federal olarak tanınan mülk sahibi olma hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle iddia uygun bulunur. Mabo v. Queensland (No. 1) adıyla bilinen 8 Aralık 1988 tarihli bu ilk karar, Eddie Mabo’nun toprak sahipliği iddiasını tekrardan Yüksek Mahkeme önüne getirmesinin yolunu açar.

Davanın ikinci aşaması 22 Şubat 1989 yılında başlar. Ancak davacıların delillerinin ancak sözlü beyanlarla sınırlı kalması ve hükümet tarafının bunların sadece “kulaktan dolma” bilgiler olduğunu ileri sürmesi neticesince Mahkeme, doğrudan bölgede keşif yapılarak sonuca ulaşma kararı alır. Bu inceleme esnasında gerek yerli halk ve gerekse antropologlar çeşitli kanıtlar sunarlar. Yerli halkla alakalı bütün bilgilere sahip olan Queensland Hükümeti ise onların ifadelerini vermeleri esnasında çeşitli sorular yönelterek söylenenlerin inandırıcılığını sarsmayı amaçlar. Nitekim özellikle bazı detay hususlarda tanıkların üzerine giden hükümet avukatları amaçlarına kısmen de olsa ulaşırlar. Bunlar sona erdiğinde ise Yüksek Mahkeme’nin görece genç ve tecrübesiz yargıcı Martin Moynihan’ın önünde iki tarafın da sunduklarının yer aldığı 3.464 sayfalık belge vardır.

Yargıç Moynihan, incelemesini ancak bir yıl sonra, 16 Kasım 1990 tarihinde bitirebilir ve dört yüz sayfalık raporunu Mahkeme’ye sunar. Her ne kadar Yargıç Moynihan ada sakinlerinin gelenekleriyle ve topraklarıyla güçlü bağlarının olduğunu ve bu kişilerin söz konusu bölgenin asıl yerleşimcileri olduklarını kabul etmekteyse de davacıların delillerinin pek çoğunu kayda değer bulmaz. Bunun üzerine 28 Mayıs 1991 tarihinde Yüksek Mahkeme bir araya gelir ve üç günlük bir duruşma serisi başlar. Mahkeme’nin sözlü delillere değer vermemesi halinde, müştekilerin delillerinin neredeyse tamamı çöpe gidecektir. Ancak Mahkeme, yerlilerin kültürlerinin doğrudan sözlü geleneğe dayanması nedeniyle bunu yapmaz. Yüksek Mahkeme, 3 Haziran 1992 tarihinde altıya karşı bir oyla almış olduğu kararını açıklar. Karara göre terra nullius kurmaca bir konseptten ibarettir ve yerli halkın bulundukları toprakların yasal sahipleri bizatihi bu halkların kendileridir. Buna göre Murray adası her ne kadar Avustralya egemenliğinde olsa da burası kraliyet toprağı değildir ve bu topraklara malik olma, toprakları kullanma ya da yararlanma hakkı ada sakinlerine aittir. Bu doğrultuda, Eddie Mabo’nun babasından kalan arazilerin kime ait olduğuna karar verme hakkı da ada sakinlerine aittir. On yıllık bir yargı savaşının ardından Mabo Davası’nın ikinci raundu (Mabo v. Queensland (No. 2)) da kazanılmıştır.

Son olarak belirtmek gerekir ki maalesef Eddie Mabo kararı göremeden 21 Ocak 1992 tarihinde vefat eder. Irkçıların mezarına zarar vermeleri nedeniyle, mezarı doğduğu yer olan Murray adasına taşınır. Başlattığı mücadele sayesinde Avustralya kıtasının yüzde on beşinin yerlilere ait olduğunun hukuken tasdik edilmesine öncülük eden Eddie Mabo, seksen yıldır yapılmayan yerlilerin krallarına özgü gerçekleştirdikleri bir ölüm seremonisiyle defnedilir.


Yunus Emre Gül, 2017 yılında Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun…