
SAYI 07 / PORTRE / AV. YUNUS EMRE GÜL, LL.M.
Hayır efendim, çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mavi gözlü insanlar hiçbir zaman kölelik rozetine sahip olmamışlardır.
1896 yılında Amerikan Yüksek Mahkemesi (Supreme Court), tarihte adeta kara bir leke olarak yer edecek bir karar verir. 1892 yılında bir Afro-Amerikan kökenli tren yolcusunun siyahilere ayrılan koltuğa oturmayı reddetmesi üzerine başlayan Plessy v. Ferguson davasında verilen bu karar, “ayrı fakat eşit” (separate but equal) doktrini doğrultusunda siyahiler ile beyazların ayrı kamu tesislerinden yararlanmasının Anayasa’ya uygun olduğunu onaylamaktadır. Hukukça tanınan bu ayrımcılığın ortadan kaldırılması için 1954 yılına kadar beklemek gerekecektir.
Kansas eylaletine bağlı Topeka şehrinde yaşayan 3. sınıf öğrencisi Linda Brown, evinin hemen yakınında bir okul olduğu halde, bunun beyaz öğrenciler için olması nedeniyle çok daha uzaktaki siyahiler için olan Monroe ilkokuluna yönlendirilir. Durumdan rahatsız olan babası Oliver Brown ve yine diğer birkaç veli şehrin eğitim kuruluna durumu bildirerek bu ayrımdan vazgeçilmesini ya da en azından siyahilerin okullarındaki eğitim koşullarının düzeltilmesini talep ederler. Ancak bundan herhangi bir netice alınmayınca 1951 yılında Topeka Eğitim Kurulu’na karşı dava açma yoluna giderler. Davaya Brown’ın kabul etmesi üzerine onun ismi verilir, zaten soyadı da alfabetik olarak veliler arasında ilk sıradadır. Tabi ki bu esnada tarihe geçecek bir davaya isminin verildiğinden haberi olmayan ve sadece kızına karşı gerçekleştirilen ayrımcılığa yerel bir çözüm bulmaya çalışan öfkeli bir babadır.

Linda Brown
YEREL MAHKEME ÖNÜNDEKİ KAYIP
Davayı savunan ekibin başına Renkli İnsanların Gelişimi için Ulusal Birlik (NAACP) isimli kuruluşun baş hukuk danışmanı Thurgood Marshall getirilir. Buna benzer diğer davalar da mahkemelerin önüne gelmişse de bu tip davalarda özellikle vurgulanan siyahi okulların daha kötü koşullara sahip olduğu iddiasına yer verilmez. Zira Linda’nin gönderilmesi zorunlu tutulan okul (Monroe İlkokulu) ile evine yakın olan okul (Sumner İlkokulu) arasında büyük bir fark yoktur. Bunun yerine savunma ekibi, bu ayrımcılığın öğrencilerin üzerindeki psikolojik etkilerini vurgulayarak siyahi öğrenciler üzerinde haksız ve gereksiz bir yük oluşturulduğunu ve bütün sistemin onların aleyhine işlediğini iddia konusu yaparlar. Yine de dava başladıktan sonra oluşturulan bilirkişi raporunda, beyazların okullarının siyahilerin okullarına göre daha yeni veya fiziksel olarak daha iyi durumda olduğu belirtilir. Bunun yanı sıra, siyahi çocukların Topeka şehrinin yüzde doksanını oluşturan beyaz çocuklarla iletişim kurmasının engellenmesinin müfredatı kısıtlayacağı ve böyle bir ayrımcılık altında herhangi bir müfredatın eşit olamayacağı ifade edilir. Yani, siyahi çocuklar hem fiziksel imkanlar bakımından ve hem de psikolojik üstünlük bakımından geri bırakılmaktadır.
Savunma ekibi, çeşitli psikoloji profesörlerinden de bilirkişi raporu talep etmeyi ihmal etmez ki davanın mihenk taşı aslında bu profesörlerin raporlarıdır. Ohio State Üniversitesi Psikoloji Profesörü Horace B. English yazdığı raporda, siyahların öğrenme yeteneğinin beyazlardan farklı olmadığını, ancak toplumun beklentilerinin siyahlarin öğrenme yetenekleri üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu belirtir. Okulların bu şekilde ayrıştırılması, siyahi öğrencilerin beyaz öğrenciler kadar önemli olmadıklarının ve onlardan akademik olarak başarılı olmaları beklenmediğinin açık bir işaretidir. Bu da onların kendilerini bir aşağılık kompleksine sokmalarına yol açmaktadır. Kansas Üniversitesi’nden Prof. Louisa Holt da English’le aynı düşüncededir. Ancak Holt, davanın seyrine önemli etkide bulunacak bir noktaya daha temas eder. Ona göre, ayrımcılığın kanunlaşmış ve yasal olması, bizatihi ayrımcılık olgusundan daha fazla öneme sahiptir; zira bu durum, hem siyahlar ve hem de beyazlar tarafından ilk grubun daha aşağıda olduğuna işaret eden bir politikaya resmi bir yaptırım sağlamaktadır. Onun bakış açısına göre, bu politikaya izin veren yasalar bunların uygulama alanı olan kamu kurumlarından daha büyük bir kötülüğü temsil etmektedir. Yani yasaların bizatihi kendisi, siyahilerin daha aşağı konumda olduğunu onaylamaktadır.
Savunma ekibinin bütün gayretlerine ve davada vurgulunan siyahi öğrencilerin psikolojik olarak ne kadar dezavantajlı konumda olduklarının bilirkişi raporlarıyla da onaylanmasına rağmen, dava yerel mahkeme önünde kaybedilir. Her ne kadar bu ayrımcılığın siyahi çocuklar üzerinde zararlı etkilerinin olduğunu kabul etse ve bunun bu çocuklar üzerinde aşağılık kompleksi uyanmasına katkı yapacağını itiraf etse de mahkemeye göre, okullar benzer kalitededir ve bu da “ayrı fakat eşit” doktrinine uygundur. Dolayısıyla siyahi öğrencilerin anayasal hakları mahkemeye göre ihlal edilmemektedir. Savunma ekibinin stratejisini fark edemeyen mahkemenin fiziksel koşullar konusunda herhangi bir iddia öne sürülmediği halde kararına bunu dayanak yapması, karar Yüksek Mahkeme önüne götürülürken Av.Marshall’in elinde önemli bir koz olmuştur. Bu önemli koz, sonradan Yüksek Mahkeme’nin ayrımcılığın kendisinin Anayasa’yı ihlal edip etmediğine karar vermesine gerek kalmaksızın eşitlik temelinden hareketle siyahi öğrenciler lehine karar vermesine neden olacaktır.

Thurgood Marshall
DAVA YÜKSEK MAHKEME ÖNÜNDE
Yerel Mahkeme önündeki kayıp, savunma ekibi için çok şaşırtıcı olmamış ve hız kesmeden mücadeleye devam eden ekip, benzeri diğer bir kaç davanın da birleştirilmesiyle davayı 1952 yılında Yüksek Mahkeme önüne getirmiştir. Dava Yüksek Mahkeme önüne getirildiğinde, mahkeme ne ile uğraştığının gayet farkındadır. Gerçekten olay basit bir şekilde fiziki imkanların daha iyi olup olmaması problemi değil, ayrımcılığa izin verilmesinin anayasal bir hak olan eşit korumayı (equal protection) ihlal edip etmediğidir. Buna göre, her eyalet, kendi yargı yetkisine tabi olan her vatandaşa yasaların eşit şekilde korumasını sağlamak zorundadır. Bu ise, “Kanun Önunde Eşit Adalet” (Equal Justice Under Law) deyimiyle parolalaştırılmaktadır.
O dönemde farklı görüşlerde dokuz yargıçtan oluşan Yüksek Mahkeme’nin oybirliğiyle karar vermesi çok nadirdir. Hakimlerden beşi, genelde eyaletlerin çıkarlarını destekleyerek daha muhafazakar bir tutum sergilemektedirler. Diğer ikisi, bireylerin haklarını daha geniş savunan bir çizgidedir. Kalan ikisi ise bu iki görüş arasındadır ve onlar hakimin yegane görevinin kanunu yorumlamak olduğunu savunmaktadırlar. Böyle bir ortamda, savunma ekibinin daha önceki bir içtihadın, milyonlarca vatandaşın anayasal bir haktan yararlanmasını engellediğini kabul ettirmesi çok zor gözükmektedir.
Dava günü geldiğinde savunma ekibinin temel argümanı hazırdır. Onlara göre, Anayasa’ya göre hiçbir eyaletin vatandaşlara sunulan eğitim imkanlarında ırk faktörünü kullanarak öğrencileri birbirinden ayrıştırma yetkisi yoktur. Burada önemli olan Brown’ın okulunun fiziksel koşulları değil, ayrımcılık politikasının bizatihi kendisinin mağduriyete yol açması ve bunun da vatandaşların eşit haklara sahip olmasını engellemesidir. Savunma ekibinin argümanına karşı Kansas eyaleti avukatlarının karşı argümanı da son derece açıktır. Mahkemenin emsal kararları, vatandaşların ırklarına göre sınıflandırılabileceğine izin vermektedir ve hala bu topraklar üzerinde bu kurallar yürürlüktedir. Dolayısıyla ortada herhangi bir yanlış bulunmamaktadır. İki tarafı da dinleyen mahkeme, davanın artık basit bir okul mevzusu olmadığını ve bütün ülkeyi ilgilendiren bir mesele olduğunu kavrar. Ya eski içtihad devam ettirilecek ya da bu ayrımcılığa neden olan politikanın kendisine son verilecektir.
Çetin bir mücadelenin hakim olduğu mahkemede, yargıçlardan birisi ekibin başındaki Marshall’a eski içtihad değiştirilirse ne olacağını sorar. Açıkça anlaşılmaktadır ki mahkeme içtihadın değistirilmesinin yaratacağı sonuçlardan korkmaktadır. Ancak Marshall’ın buna cevabı son derece açıktır: Ayrıştırmanın kötü olduğuna dair soyut birkaç şey söyleyip bunun değistirilmesinden kaçınılmasından daha kötü bir sonuç bulunmamaktadır. Sorular devam eder. Akıllı çocukların diğerlerinden ayrılması ayrımcılık olur muydu? Peki ya mavi gözlü çocukların ayrı okula gitmesi için iyi bir neden bulunsaydı farklı olur muydu? Marshall’in cevabı gecikmez: “Hayır efendim, çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mavi gözlü insanlar hiçbir zaman kölelik rozetine sahip olmamışlardır.”
Yargıçlar dava için belgelerin yeniden toplanmasına karar verirler. Doğrudan bir karar verilmemiş ve savunma ekibinin önüne cevaplamaları gereken çesitli sorular konulmuştur. Ancak bu esnada Amerika’da başkan olarak Dwight D. Eisenhower’ın seçilmesi rüzgarı tersine döndürmeye başlar. Siyahlar ve beyazların entegrasyonu taraftarı olan Eisonhower’in bu konuda bir yasa çıkarabilmesi için öncelikle Yüksek Mahkeme’nin içtihadından dönmesi gereklidir. Bu süreçte Baş Yargıç Vinson’in kalp krizi geçirerek ölmesi üzerine yerine Eisenhower tarafından daha yenilikçi bir çizgide olan Earl Warren atanır.
Son sunumunu yapan savunma ekibine göre çözülmesi gereken sorun basittir. Aynı çocuklar birlikte oynuyorlar, birlikte yola çıkıyorlar, farklı okullara gidiyorlar ve okul çıkışı tekrar birlikte oynamaya başlıyorlardı. Bunların neden okulda ayrılması gerekiyordu? Baş Yargıç Warren da bunu onaylar ve toplumsal değişimin bu ayrışmanın daha fazla devam etmesine izin vermeyeceğine oy birliğiyle karar verilir.
Artık ayrı olan eşit değildir!
İLGİNÇ BİRKAÇ NOT
Thurgood Marshall, davadan 13 yıl sonra Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin ilk siyahi yargıcı seçilmiştir.
Davacılar, davaya katılmakla büyük bir risk üstlenmişti. Bazıları işini kaybetmiş, bazılarının evi yakılmış ve hatta bir tanesine bir akşam silahla ateş açılmıştı.
Yerel mahkeme yargıçlarından Walter August Huxman yıllar sonra yaptığı açıklamada, verdikleri karardan o zaman kendilerinin dahi memnun olmadığını ve eğer Plessy v. Ferguson davasında onlar olsaydı siyahilerin lehine karar vermiş olacaklaklarını belirterek Yüksek Mahkeme kararının yine Yüksek Mahkeme tarafından bozulması gerektiği düşüncesiyle davayı reddettiklerini ifade etti.
Başyargıç ölmeseydi muhtemelen eski içtihad devam ettirilecek ve ayrımcılık sürdürülecekti.
Karara rağmen Güney’deki bazı okulların siyahilerin okullara girişini engellemiştir. Ancak Einshower’in bir okulda çıkan sorun üzerine doğrudan askerler eşliğinde siyahi öğrencilerin okula girmesini sağlaması üzerine okulların tavrı önemli ölçüde değişmiştir. (Alttaki Resim)

Askerler, Little Rock Lisesi’ne giren bazı siyahi öğrencilere
eşlik ederken..
Kararın uygulanmasında yaşanan aksaklıklar Brown II ve Brown III adıyla tekrardan davalar açılmasına neden olmuştur. Sırasıyla 1955 ve 1999 yılında sonuçlanan bu davalarda da karar Brown lehine çıkmıştır.
Okullar ayrıştırılması günümüzde dahi Amerika’da devam etmektedir. Örneğin Alabama’da siyahi ögrencilerin dörtte biri yüzde bir ve hatta daha az beyaz öğrencinin kaydolduğu okullara gitmektedir.