Prof. Dr. Baki Kuru

İlerlemiş yaşımdan (92) dolayı, bu Önsöz belki de bir Sonsöz olabillir. Bu nedenle Sonsöz’üme, bundan 500 yıl önce yaşamış olan adaşım Şair Baki’nin aşağıdaki sözleri ile son vermek istiyorum: “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.”

Hocaların hocası Baki Kuru, okurlarını İcra İflas Hukuku kitabının önsözünde bu satırlarla karşılıyordu. Baki Kuru’nun 1928’de Akçakoca’da başlayan yaşam serüveni, her yönüyle ilham veren sinematografik bir hikaye sunuyor bize.

Baki Kuru’nun Akçakoca’daki merkez ilkokuluna kaydı yapılmak istense de ne kendisinin ne de anne-babasının o günkü deyimle nüfus kağıdı yokmuş. Okuma aşkıyla yanıp tutuşan Baki, herkesten yardım istemiş ve sonunda okula kaydolmuş. Henüz ilkokul sıralarındaki Baki, birincilik ipini göğüsleyerek belki de başarılı bir akademik hayatın ilk provalarını yapıyordu. Peki ya ilkokul öğretmeni kimmiş dersiniz? Hababam sınıfı romanıyla tanıdığımız Rıfat Ilgaz’dan başkası değil… Böylelikle kader, Baki’ye, hikayesini her anlatışında mutlaka zikredeceği hoş bir nüans da armağan etmiştir.

Bir gün babası, camide hocayla sohbet ederken “Senin oğlan okulu birincilikle bitirmiş, getir onu hafız yapalım” demiş. Babası cami hocasının bu sözlerini duyunca hayli mutlu olmuş tabi. Annesi ise babasının mutluluğunun aksine hayli öfkelenmiş. Zira annesine göre oğlu okumalıymış.

1940 yılında ortaokula başlayan Baki, yine başarı çizgisinden taviz vermemiş. Fakat aynı tarihte Nazi Almanya’sının başındaki Hitler Bulgaristan’a girince, tüm öğretmenler askere çağrılmış. Kadın öğretmenlerin de az sayıda olması sebebiyle ikinci dönemi tatil yapmışlar. Gergin bir dönemin akabinde, okulunu yine de başarı ile tamamlamış. Kendisine para kazandıracak bir meslek sahibi olacağı ümidiyle askeri liseye gitmeyi kafasına koysa da bu liseler savaş nedeniyle farklı yerlere taşınmış. Böyle olunca da bu kez Bolu’daki orman okulunun yolunu tutmuş. Buradaki eğitimini tamamlayan Baki henüz 18 yaşında memuriyete başlamış.

Beyşehir’in bir köyünde orman şefi olarak görev yaparken aynı zamanda yüksek tahsil yapmanın hayalini kurmuş. Fakat ne yazık ki bu hayal pek de uzun sürmemiş. Zira okuduğu okulun eğitimi, lise eğitimine eş değer olmadığı için liseyi bitirmeden üniversiteye gidemezmiş. 2,5 yıl süren memuriyetin ardından askerlik çağı gelmiş. Ankara’da yedek subay okulunda, önceden tanıyor olduğu iki arkadaşının harıl harıl bir şeyler çalışması dikkatini çekmiş. Baki Kuru, arkadaşlarının çalıştıkları şeyin mahiyetini öğrenince hikayesinin seyri şekillenmeye başlamış. Arkadaşları liseyi dışardan bitirip akabinde hukuk fakültesine gideceklerini söylemişler. Baki Kuru bir süredir unuttuğu yüksek tahsil hayaline dair bir umut olduğunu öğrenince lise kitaplarını koltuğunun altından hiç ayırmamış. Askeriyede bulduğu her fırsatta derslerine çalışmış. İhtiyacı olan lise tahsilini de tamamlamak için Diyarbakır Lisesi’nin yolunu tutmuş. Dersine iyi çalışan Baki, lise eğitimini iki dönemde tamamlamış. Hayalini kurduğu hukuk fakültesine girebilmek için önünde yalnızca bir engel kalmış. Olgunluk Sınavı.

O dönemin üniversiteye giriş sınavı olarak tabir edebileceğimiz olgunluk sınavında iki dersten başarısız olmuş. O iki dersten ötürü bir yıl daha fakülteden uzak kalmış. O bir yıllık sürede Ankara’da hem çalışıp hem de okumak için aradığı işi bulmuş. İskan Genel Müdürlüğü’nde harita teknikeri olarak işe başlayan Baki Kuru iki dersi de vererek hukuk fakültesini okumaya hak kazanmıştır. Fakat çalışma saatleri dolayısıyla fakülteye pek uğrayamamış. Kimi zaman işten kaçıp ilk derslere yetişse de bu yeterli değilmiş. Bölümün çalışkan öğrencileriyle sık sık konuşarak, hocanın derste aldırdığı notları da onlardan istemiş. Akşam 5’te paydos verilir verilmez Kızılay’daki Milli Kütüphane’de, kütüphanenin kapanış saati olan 10’a kadar çalışmış. Haftasonları da çalışmakla geçen Baki Kuru ne yazık ki hiç tatil yapamamış. İzin günlerini, fakülte imtihanları için kullanması sebebiyle zaten yaz tatili gibi bir kavram da bu dönem hiç hayatında olmamış. İlkokul sıralarından bu yıllara değin azimle çalışan Baki Kuru, dördüncü senesine kadar her yılı birincilikle tamamlamış.

Fakültenin dördüncü senesi üstad için hayli önemli. Ona göre çok zeki değilmiş ancak gereğinden fazla çalışıyor; herkesin iki üç kez bitirdiği hukuk kitaplarını en az beş kez okuyormuş. Bir gün ticaret hukuku hocaları Alman devletinin fakülte birincisine burs vereceği müjdesini verince üç yıl boyunca devam eden hem memuriyet hem öğrencilik yaşamında, hayatının dönüm noktası olacak bu bursu riske etmemek adına memuriyetten istifa etmiş ve akabinde; dördüncü yılında da birinciliği göğüsleyerek Münster Üniversitesi’nin yolunu tutmuş. 1958 yılında Münster’de aldığı hukuk doktoru ünvanını tam elli yılın ardından 2008’de yine aynı üniversitenin layık gördüğü “Altın Doktora” ödülüyle süslediğini, hikayesinin dipnotlarına sıkıştırmak gerek.

Türk hukuk tarihinin şüphesiz en büyük duayenlerinden olan Baki Kuru, ülkemizdeki hukuk literatürünün gelişmesine öncülük etmiş ve adını çoktan hiç unutulmayacaklar listesine yazmıştır. “Hocaların hocası” sıfatı kendisine çok yakışıyor. Öyle ki öğrencileri ve asistanları şimdilerde birer doçent ve hatta profesör olarak yine o kıymetli kürsüde, geleceğin hukuk neferlerini yetiştiriyor.

Hikayesine sırtımızı verip şöyle bir süzdüğümüzde; bizi kırka yakın eseri, makaleleri ve yetiştirdiği sayısız hukukçu karşılıyor. Kıymetli üstadın önsözü ile başlayan hikayeyi, yine Üstadın hayatını anlattığı kitabında, avukatlık hakkındaki şu veciz ifadelerle sonlandırıyorum; “Bir hukukçunun erişebileceği en yüksek mertebe avukatlıktır, profesör de olsanız, anayasa mahkemesi başkanı da olsanız, yargıtay başkanı da olsanız, emekli olduktan sonra, dönüp dolaşıp geleceğiniz yer barodur. bu nedenle avukatlık son durak ve en yüksek mertebedir.”